Türk Modernleşmesi (2)
Dr. Mesut Mezkit
Garplılığı savunan bu nevi aydınların teklifiileri sürdükleri fikirleri “ biz, biz olmaktan çıkalım; Batı gibi düşünüp,Batılılar gibi yaşayalım“ noktasında düğümlenmiştir.
“Yunanistan’a giderken, vapurda iki gençle tanışıyor Miller. Yunanlı talebeyi çok beğeniyor. Dünyadan kaybolduğunu sandığı insanca duygulara kavuşmak sevidiriyor romancıyı ve Yunanistan’ı görmeden âşık oluyor Yunanlılara.Türk talebeye gelince“Hiç hoşlanmadım ondan diyor, en kötü taraflarıyla Amerikan kafası.Hayat yokmuş Türkiye’de. Ne zaman olacak? diye sordum. Ne zaman biz de Amerika gibi,Almanya gibi olursak,dedi. Hayatı hayat yapan madde idi, ona göre” [ Nak., Meriç, 2002: 154)].
Muasır medeniyete vasıl olmanın tek şartı olarak görülen Batılılaşma’nın “izm“ olduğunu, meşhur Fransız ırkçısı Montesquieu’nün hakkımızdaki iftiraları gözler önüne sermektedir. Malum Fransız adamının gayr-i ahlâkî ifadeleri şöyledir: “Türkler dünyanın en çirkin insanları idi. Karıları da kendileri gibi kaknemdi (Sıska, kuru, zayıf, huysuz kadın anlamında M.M). Rum dilberlerini görünce akılları başlarından gitti. Başladılar kız kaçırmaya. Zaten ezelden beri hayduttular... Türkler eşek olacak öbür dünyada. Yahudileri sırtlarında cehenneme taşıyacaklar. Bütün kavimlerin en cahili... Türkiye’de tebanın servetine,hayatına,haysiyetine kimse aldırış etmez. Anlaşmazlıklar çabucak karara bağlanır. Şöyle ki, Paşa davacıları dinler, sonra falakaya yatırır herifleri, bir âlâ döver ve böylece dâvâyı neticelendirir” ( Nak.: Meriç, 2002: 192). Doğuyu despot olarak tarif eden ve bu şekilde yaygara yapan mezkür kişiye, maalesef Türk aydınları da bulunmaz hint kumaşı gibi dört elle sarıldıkları yetmezmiş gibi, bir de baş tacı etmektedirler. Ve devamla Cemil Meriç şöyle der: “İzm’ler birer anakronizm’dir, birer anakronizm yani kalıplaşan, canlılığını yarı yarıya kaybeden birer konserve düşünce. Batı’dan gelen hiçbir “izm“ masum değildir.
Biz ki, nass’ı mukaddesler dünyasından kovduk... Avrupa’nın içtimaî ve siyasî mitosları karşısındabu apışıp kalmak, bu kendini küçük görmek ,bu papağanlaşmak, ne için? Unutmamak lazım ki “izm“ler içtimaî bir sınıfın müdafasıdırlar. İçtimaî bir sınıfın, bir milletin veya bir medeniyet camiasının” (Meriç, 2002: 188).
İlginç olan ise, Türk toplumunun çağdaşlaşma/modernleşme merhalesi; geçmişe dair ne varsa hepsinden kurtulmak gayesiyle yapıldığı için, tarihiyle devamlı mücadeleyle geçmiştir. Maziye ait kıymetleri yok saymak adına köprüleri atmak akıl kârı mıdır? Hangi saiklerin buna teşvik ettiği ise malumdur. Yeniden vücut bulmuş bir milletin kadim tarihî, kültürü, sahih geleneği, dili, dinî irfanı ile cidalleşirken; ana maksadın kimliksizleştirme olduğu âşikardır. Prof. Dr. Kenan GÜRSOY bu husus ile alakalı şunları ifade ediyor: “Batılılaşmak,Türk semalarında,uygarlık ya da düşünce semalarında neyi vurgulamaktadır?... Fakat ben bunu kültürel alanda nerede okuyalım diye soracak olursanız; iki yerde mümkündür? Bir tanesi musîkidir.Türk musîkisi,kendimize has bir uslup dile getirmektedir. Kendimize has bir uslubun içinde konuşmaktadır. Bu diğerlerine nazaran,diğer kültür unsurlarına nazaran daha da önemlidir. Çünkü ses doğu kültüründe,özellikle bizde büyük önem taşır.Eğitimde, tefekkürde bunun önemli bir rolü vardır.Türk musîkisi kendi uslubu,kendi tavrı, kendi gerekleri bakımından adeta yasaklanmıştır. Şimdi bunun üzerinden Türk muhafazakârlığının sıkıntılarını okumak mecburiyetindeyiz.Kendini nasıl muhafaza etmeye çalıştı? Daha sonra kendi kendisini nasıl yeniden radyo kanalıyla ifade etmeye çalıştı?Eğitimde ne gibi problemlerle karşı karşıya geldi? Türk musîkisinden dolayı eğitim yapılmaması gereken bir musîki olarak mı addedildi? Daha sonra ne şeklide bu eğitim içinde yerini bulmaya çalıştı?... Ama benim üzerinde durmak istediğim, bu muhafazakârlığın kendisini en azından dava olarak ifade ettği yer olan dildir. Dilde korkunç bir kıyım olmuştur. Bunu nazarı dikkate almak mecburiyetindeyiz. Belki de başlangıçta mazereti olan bir tedbirle dilin üzerine gidilerek dil, hafızasından koparılmaya çalışılmıştır. Bunun diğer kültür öğeleri gibi dil de bir génération spontanée ile oluşmaz. Nereden geldiği belli olmayan bir biçimde, birdenbire,’ben bu dili icat ettim’diyerek bir dil icat edemezssiniz.Tıpkı diğer kültür unsurları gibi dil yaşar,bir hayatiyeti, kendine has bir genetik yapısı vardır.Dilde kelimeler ölebilir.Yeni kelimeler doğabilir.Dilde siz, dışarıdan gelen bir kavramı karşılayabilmek için yeni açılımlar yapabilirsiniz. Hatta dildeki yabancı unsurları dışarıya çıkartmak için mücadele edebilirdiniz.Farklı dillerin yoğun olarak entelektüel hayatımızda, tefekkürde, felsefede, okulda kullanıldığı dönemlerde buna karşı mücadele edebilirsiniz. Farsça’nın edebiyatımızdaki, Arapça’nın medreselerdeki etkisiyle mücadele edebilirsiniz. Hatta Arapça ve Frasça terkiplerrin dilde fazla kullanımından doğan problemlerle mücadele edebilirsiniz.Fakat bir dilin kendisinden oluşturduğu ana yapıyı ,iskeleti ve kelimeleri atamazsınız.İskelete belki dokunulmamışıtr. Ama yılların tefekkürü,felsefesi, sanat anlayışı ve şiiri olarak ortaya çıkan dil,farklı dil kaynaklarından diye kelimeler tasfiye edilmiştir. Bu bir problemdir. »( Gürsoy,2003 :58-59)
Kaynakça:
Gürsoy,Kenan, Le Monde Dıplomatıque,İstanbul,15 Temmuz-15 Eylül,2003
Meriç,Cemil, Bu Ülke,İletişim Yayınları İstanbul, 2002
Yorumlar