Kıymetli hemşerilerim merhabalar. Aydın Ses Gazetesindeki yazılarımda çoğunlukla Kuyucak odaklı anılarım ve bunlara ilişkin yorumlarımı sizlerle paylaşmayı planladık. Eylül 1979’dan bu yana Aydın ili sınırları dahilinde geçirdiğim zaman, toplasanız yılda bir ay yapmaz. Memleketimin sorunlarını yerinde görüp öğrenmek ve bunlara ilişkin çözüm önerileri üretmek ve yazarak sizinle paylaşmak, benim her zaman önceliğimdir. Fakat uzun yıllardır memleketimden uzağım. Orman Mühendisiyim. Bilirsiniz mühendisler alana inip konuyu yerinde görüp incelemeden-araştırmadan ne konuşurlar ne de yazarlar. Beni anladınız. Sizinkiler de öyle mi bilmiyorum, ilk anılarım siyah-beyaz ve oldukça flu. İlkinde henüz yürüyemiyorum, fakat ayağa kalkabiliyorum. Diğerinde ise, artık yürüyorum ve sanırım bir şeyler de söyleyebiliyorum. Aslında annem, sohbetlerimizden birinde oturmaya, emeklemeye ve kendi kendime yürümeye kaç aylıkken başladığımı söylemişti ama unuttum. Yalnız şu kadarı aklımda kalmış: ben erkenden hem yürümüşüm hem de konuşmuşum. Büyük oğlum Yunus Emre’den hatırlıyorum, eşim de teyit etti, altı aylıkken oturmaya, sekiz aylıkken emeklemeye, 14 aylıkken yürümeye ve 18 aylıkken basit cümlelerle, hemen her istediğini söyleyebilecek düzeyde konuşmaya başlamıştı. Yunus bana benzediyse, yüzden tıpkı annesi ve dayısı ama, bu hikayemde herhalde 8-9 aylıktım. Üstün zekâlı, yani IQ’su 140-150 olan bebeklerde, hafıza merkezi dokuz aylıkken oluşmaya başlıyormuş [1]. Beni yakından tanıyanlar zeki olduğumu söylerler. Fakat üstün zekâlı birisi değilim. Dolayısıyla ilk anımı, benim hatırlamam mümkün değil. Herhalde annemden duydum ve içselleştirdim. Emeklemeye başlayınca çok hareketlenmişim ve durmaksızın sağa sola gidip geliyormuşum. Ara sıra, ayağa kalkar gibi yapıp adım atmaya çalışıyor; tam atacakken, korkup usulca oturuyormuşum. Ova-bahçe işlerine gitmeye başlamadan önce evde sadece annem kalır, dolayısıyla evin her iş anneme bakarmış. O da ne yapsın, çaresizlikten merdivene ve tırabzanlara ulaşamayacağımız uzunlukta bir urganla ikimizi de misafir odamıza ait kapı pervazına çaktığı pırdöndüye (fırdöndüye) bağlayıp, hayatta önümüze oyuncaklarımızı koyar, biz oynamaya dalınca aşağıya iner işlerine bakarmış. Kardeşim Ümit emekleme dönemindeyken, ben herhalde dört yaşındaydım ki, iyi hatırlıyorum, annem, urganın bir ucunu, tıpkı bana anlattığı gibi misafir odasının pervazına çakılı fırdöndüye, diğer ucunu ise, belindeki beyaz kuşağa bağlıyordu. Ümit bu halde ne merdivene ne de dırbızanlara ulaşabiliyordu. Yaşım sanıyorum 9-10. Mescitli Sokağa bakan küçük kapıdan çıkınca, dayansak sanki yıkılacak gibi duran ahşap bir ev vardı. İşte bu ev, Zübeyde ninemindi. Saçının perçemleri dışarıda kalacak şekilde başını beyaz bir tülbentle örten, mahallenin herhalde en yaşlısı bu ninemizi, ben çok severdim. Uzun yıllar akrabamız bildiğim ninemin bahçesindeki kocaman Frenk elması ağacı, çok küçük olduğu için zorla seçilen evi tamamen kapatmış haldeydi. Bu ağaç, yaz aylarında, dalları kırılırcasına meyveye dururdu. Belleğimin en seçkin yerlerinden birinin sahibi bu ninem, şimdi düşünüyorum da herhalde uyuyorsam beni uyandırmamak için kapıyı yavaşça aralar ve uyumuyorsam anneme şöyle seslenirmiş: “Sebiha gızım yetivesin gari. Bu Tokuçların işini kimse bitiremedi. Sen mi biticeng. Az gel, biraz dinlen. Hem de bu sabinin (günahsızın) ganını doyur, altını bi bak.” Annem ses vermezse içeriye girmeden bana bakar ve kucağına doldurduğu, yeni dünyaları bana doğru birer birer yuvarlarmış. Ben de emekleyerek sağa sola giden, portakal sarısı bu elmalara doğru seyirdir, onları yakalamaya çalışır, yakaladığımı da zevkle yermişim. Öyle ki, kapıyı ne zaman açacak diye özlemle onu beklermişim. Onu beklediğim, kapıyı açınca attığım sevinç çığlıklarımdan anlaşılırmış. Pek de kısa olmayan bir süre sonra, merdiven başında annemi görününce; hızlı hızlı ona doğru emekler, tabi ki, urgana bağlı olduğumdan ona ulaşamaz, hızla bana ulaşmasını ve kucağına almasını istediğimi belirtir sesler çıkarır, hareketler yaparmışım. Öyle ki, annemi görünce, Zübeyde ninem hayatımdan çıkıverirmiş. Bu en özel günlerimiz ne kadar devam etti bilmem tabi ki mümkün değil. Ancak o benim hâlâ özlemle hatırladığım, dünyalar tatlısı Zübeyde ninem, ben de onun sanki gerçek torunuyum. Zübeyde ninem, evet bizim aileden değildi; fakat Ali dedemi efesi (abisi) kabul etmiş ve aileden biri olmuştu. Çocukluğumda, Kuyucak’ta kar yağdı mı, büyük bir olay olur, herkes yollara dökülür, her eve kardan adamlar yapılır; kar yağışı bayram sevinciyle kutlanırdı. Sanıyorum yıl 1968 ve aylardan ocak ya da şubat. Birinci sınıfa gidiyorum. O yıl kış gerçekten çok soğuk geçti ve bir sabah kalktık, baktık etraf bembeyaz olmuş. Baktım evde hüzünlü bir hava var. Anneme sebebini sorunca, o da üzgün bir halde “Oğlum Zübeyde ninen öldü. Büyük buban, Metin buban, buban ve Ali amcan Zübeyde ninenin evindeler.” dedi. Hızla Mescitli Sokağına açılan küçük tahta kapıya vardım ve hafifçe aralayıp baktım. Öylece kala kaldım. Zübeyde ninemin tabutunu sırtlarına almışlar götürüyorlardı. Tabutu taşıyan dört kişiden başka herhalde iki-üç kişi daha ya var ya yoktu. Bunlardan biri de Kuyucak’ta yapılan düğünlerde zil zurna sarhoş olan ve yerlerde sürünen, komşumuz Hamide ninenin büyük oğlu Cevdet abiydi. Düğünlerde önce bayrak taşıyan, düğün ilerleyince, ayakta duramayacak kadar sarhoş olan hem bayrağı bırakmayan hem de düğün arabasının önünü kesen Cevdet abim, bu defa ninemin cenazesinde, nasıl yardımcı olurum diye heyecanla sağa sola koşturuyordu. Etraf ise diz boyu kardı. Babamlar zar zor yürüyerek camiye doğru gittiler.  Bana hep ilkleri yaşatan Zübeyde ninem, son ilkini de cenazesiyle yaşatıyordu. Çünkü hatırladığım ilk cenaze, Zübeyde ninemin cenazesidir. Bu dünya tatlısı insan, hep güler yüzü ve sokakta oynayan çocuklara meyve dağıtırken ki, o tarifi imkânsız mutlu hali ile gözümün önüne gelir. Gürültü yapıyoruz diye evlerinin önünde oynamamıza izin vermeyen genç insanların aksine, ninem hem sesini çıkarmaz, üstelik bir de meyve dağıtırdı. Evet yoruluncaya kadar çalışan, çalışma bitmeden dinlenmeyen ve bunları itaatle yerine getirmeye mecbur tutulduğumuz bir süreç yaşamış olsak bile, herhalde fiziken ve manen betonlaşmış şehirlerin çocukları ile kıyasladığımızda bizim kuşak, kim ne derse desin, gün içindeki kısa serbest zamanında da olsa, çocukluğunu doya doya yaşamıştır. Çelik-çomak, tekerlek yuvarlama, Battal Gazi, Malkoçoğlu, Tarkan, Tolga gibi film kahramanlarını taklit ederek oynadığımız savaş oyunlarını şehirlerde oynamak bugün mümkün mü? Nitekim mahalle araları artık çocuk sesine hasret. Şehrin büyüklüğünde kendileri kaybolmuş çıkmaz sokaklardan bile futbol, voleybol, yakantop oynayan çocukların sesi gelmiyor artık. Biz böyle miydik? Arkadaşlarımızın seslerine o kadar aşinaydık ki, bize sesleneni görmemize gerek yoktu. Konuşma sesleri bile normalden fazla çıkan Amine ve Hacıkadın teyzelerin seslerini dahi, evlerinden veya fark etmez uzaklardan hemen tanır ve bağırmaya başlardık: “Ülen Karakuş, len sana diyom Karakuş Memet, annen seni çağırıyo.” Oyuna dalmış, sanki tribünlerde kendisini FB, GS, BJK‘den izlemeye gelenler varcasına kendinden geçmiş bir halde, futbol oynayan arkadaşımıza seslenirdik. Az sonra Karakuş Memet, ayağında en az iki yıl önce alınmış eski bir bot ve elinde daha dün aldığı patlamış topla, kan ter içinde görünürdü. Kimi anlatsam size bilemedim. İnce Memed’i mi, Farettin’i mi, Fazı’lı mı, Ali Çetin’imi, Okan’ı mı, yoksa Kara Memetlerin Memed’i mi, he kimi? Bugün Mescitli sokağa her bakışımda, hayret ediyorum. O kıran kırana geçen futbol maçlarını, bazen çıplak ayakla veya naylon terliklerle ya da şanslıysak kara lastiklerle ve herhalde en önemlisi iki otomobilin yan yana geçemeyeceği kadar daracık o sokakta nasıl oynamışız. Derekavak caddesinin sonuna doğru başlayan o yokuşta, traktör ve bazen kamyon lastiklerini nasıl bir enerjiyle oralara çıkarıp, Tekel binasına kadar tekerlek yuvarlama yarışları yapmışız. Acıktığımızda, susadığımızda, basit yaralanmalarımızda, en yakındaki evden yardım isteme cesaretini, sahi nereden alıyorduk? Çok değil 50-60 yıl öncesinden söz ediyorum. Çocuklarımız anlattıklarımızı, o günlere heveslenerek dinliyorlar değil mi? Viyana’da yaşayan bir öğrencimin gönderdiği elektronik postadan şimdi aklıma gelen bir cümlesini sizlerle paylaşıp bitiriyorum inşallah. Yüksek lisans öğrencilerim arasında en yoğun çalışmayı yapan Perihan A. eşiyle birlikte gittikleri ilk Kanada seyahati dönüşü gönderdiği iletide “Hocam Kanada’dan çok etkilendim. Beni en çok etkileyen ise, insanlar birbirine yardım için sanki yarışıyor. Ben böyle pozitif insanlar görmedim.” cümlesinin ben de çok tesirinde kalmış ve günümüz Türkiye’sinde geldiğimiz hale çok üzülmüştüm. Nasıl üzülmeyeyim. Halbuki, ne demişti Fransız Yazar J. Michelet? "1526'da (Mohaç'a giden) 200.000 kişi ekilmiş tarlalara ayak basmadan ve tek bir ot koparmadan imparatorluğun Rumeli yakasını bir baştan bir başa geçmiştir[2]”. Oysa, bundan 174 yıl sonra İstanbul’a gelip bir süre İstanbul’u yaşamış Fransız yazar Motray ise, 1700′lerdeki Osmanlı toplumunda dükkân sahiplerinin harama karşı duyarlılığı için şunları söylememiş miydi? “Türk dükkânlarında hiçbir zaman tek meteliğim kaybolmamıştır. Ne zaman bir şey unutsam, hiç tanımadığım dükkâncılar arkamdan adam koştur-muşlar, hatta birkaç kere Beyoğlu’ndaki ikametgâhıma kadar gelmişlerdir[2]”. Hele, Eyüp sırtlarında bir tepede, adıyla ünlü bir çay bahçesinin de bulunduğu meşhur Fransız yazar Pier Loti’ - Motray’den 176 yıl sonra 1876’da İstanbul’a gelmiş ve İstanbul’da7,5 ay kalmıştır. - az sonra okuyacağınız, Türk ailesi ve kadını hakkındaki düşüncelerinde acaba yanılmış mıydı? “Dünyanın hiçbir evinde, bir erkek hanımına bu derece saygılı ve hayran olamaz! Bu gerçeğin sırrı, Türk evinin, kadını tarafından hazırlanışındadır. Evin sahibesi olan kadının giyinişi, başındaki örtüden ayaklarında bulunan nefis işlemeli kumaşlı terliklere kadar ahenk içindedir. Kadın evine o kadar düşkün, temizliğine o kadar meraklı, kocasının ev hasretini giderecek öylesine bir zekâ ve eğitime sahiptir ki, evin erkeği akşamüzeri büyük bir hasretle kapıdan girer. Kadının temizliği maddi planda bir çiçek kadar saftır. Bu madde temizliği kadının nefs tezkiyesi temizliğinden gelir. O kadın içki, kumar ve dış dünyayı bilmez. Kavga gürültü nedir bilme z. Gönlünü Allah'a, kocasına, çocuklarına bağlar. Zihnini fuzuli şeylerden koruduğu için rahat ve huzurludur. Dolayısıyla ahlâklıdır. Böyle olunca yuvasının hürmete şayan, şerefli bir unsuru olur[2].” Bu örnekleri, kasten, kendini çok beğenmiş insanların yurdu Fransa’dan seçtim. İyi hoş da. Bahsedilen insanlar bizim atalarım değil mi? Nereye kayboldu o insanlar? Hayır, başka bir soru sormayacağım. İnanıyorum. Bir fetret dönemindeyiz ve kısa zamanda bu dönemden çıkacağız. Tarih bunun örnekleri ile dolu. Türk milletinin şanlı tarihindeki 16 devlettin her birinin kuruluş ve yükselişi bunun net kanıtı. Ayrıca, bizim gibi cihan devleti kurmuş başka uluslar da böyle sancılı dönemler geçirmiş. Misal, Amerikalılar iç savaşın küllerinden, Almanlar İkinci Dünya Savaşının yıkıntılarından, Japonlar Hiroşima ve Nagazaki cehenneminden nasıl günümüzün güçlü gelişmiş devletler haline geldilerse, biz de başarabiliriz. Fakat yapmamız gereken çok şey var. Örneğin sadece Türkiye’nin kan. ay yarası hırsızlık ve aile içi kadına şiddet suçlarıyla ilgili şu iki bilgiye bakalım: Birinci bilgi, 05 Temmuz 2019 tarihli sanal gazete “ Turizm Günlüğü”ndeki haber: “ “Emniyet ve Jandarma kayıtlarına göre 1990-2018 yılları arasında suç oranlarında önemli artış ( % 400) olmuştur[3.]” İkinci bilgi ise, Sayın Uzm. Dr. Burcu Ünal ve Serbest Hekim Doç. Dr. Leyla Gülseren’in, Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü’nün “Türkiye’de Kadına Yönelik Aile İçi Şiddet Araştırması, Ocak 2009 ve Aralık 2014” verilerinden hareketle bildirdiklerine göre, “aile içi fiziksel ve/veya cinsel şiddet yaygınlığı 2009’da % 42, 2014’de % 38’ olarak tgespit edilmiştir [4].” Çözüm: Eğitim, eğitim, eğitim. Hem de hiç geç kalmadan başlayıp. Meşhur hikayedir. İlmiyle meşhur bir alime, üç yaşında bir talebe getirip, “Hocam çok mu erken getirdik?” diye sorarlar. Alimin cevabı son derece anlamlı ve önemlidir: “Üç: yıl geç kalmışsınız.” Yarına umutla bakmamız için çok sebebimiz var! Sağlıcakla…   [1] Esra Tüzün. Kalıcı hafıza için sınır yaş. Erişim Tarihi: 14 Kasım 2020, Erişim Adresi: https://www.kigem.com/kalici-hafiza-icin-sinir-yas.html [2] Yabancı Gözüyle Osmanlı İmparatorluğu. Erişim Tarihi: 05.12.2020, Erişim Adresi: https://onedio.com/haber/yabanci-gozuyle-osmanli-imparatorlugu-246153 Tekin Kılınç, 2014: Osmanlı'dan Torunlarına Yol Rehberi Böyle Yaşamış Ecdadımız. AWkis Kitap Yayınevi, ISBN: 9786051291048 [3] Resmi kayıtlara göre suç oranlarında önemli artış . Erişim Tarihi: 05.12.2020, Erişim Adresi: https://www.turizmgunlugu.com/2019/07/05/resmi-kayitlarina-gore-suc-oranlarinda-onemli-artis/ [4] Burcu Ünal, Leyla Gülseren, COVID-19 pandemisinin görünmeyen yüzü: Aile içi kadına yönelik şiddet. Klinik Psikiyatri Dergisi 2020; 23(Ek 1) 89-94, DOI: 10.5505/kpd.2020.37973. Erişim Tarihi: 05.12.2020, Erişim Adresi: https://www.journalagent.com/kpd/pdfs/KPD-37973-LETTER_TO_EDITOR-UNAL.pdf