20 Kasım 2024 günü ebediyete intikal eden

Sevgili annem Sebiha hanımın aziz hatırasına…

Allah diledi mi olmazlar oluverir. Bu ilahi gerçeğin en yakın şahitlerindendi, Müfret ve Şenol. İşte 1986 yılının haziran, temmuz ve ağustos ayları, onların hayatının bütünüyle değiştiği dönem olmuş ve 30 Ağustos’ta evlenmişlerdi. Bugün,13 Eylül 1986 Cumartesi günüydü. Trabzonlu Müfret, rüyasında kendisine müstakbel eşi diye gösterilen ve ilk görüşünde aşık olduğu sevgili kocası Aydınlı Şenol’la beraber Sahil Seyahat Turizmin Değirmendere’deki otogardan saat 10:15’te kalkan otobüsüyle, kayınvalidesi ve kayınpederine, Nazilli’ye gidiyorlardı. Müfret sevinçliydi. Çünkü ilk defa Trabzon dışına çıkıyordu. Sadece kocasının duymasını istediğinden oldukça kısık bir sesle Şenol’a sordu:

“Kuyucak nasıl bir yer canım?”

“Kuyucak küçük, tipik bir Ege kasabası. Yörede lafçı bir yer olarak tanınmıştır. Öyle ki, “Karacasu’da bardak yapılır. Kulpu Kuyucak’ta takılır.” sözünü bilmeyen yoktur. “

“Nasıl yani?”

“Nasılı şu canım. Kuyucak’a gelin gelen herkese mutlaka bir lâkap takarlar. Meselâ büyük amcamın hanımına “pekmeze düşmüş uyuşuk sinek” demişler. Anneme ise “beşi bir yerde.” Bu nedenle hareketlerimize çok dikkat etmeliyiz.”

“Ne kadar kötü.”

“Babama anneme kötü söz söylenmesini istemezsin biliyorum.”

“Tabi ki, istemem.”

“O zaman anlaştık.”

“Anladım canım. Çok kötü bir şey şu lâfçılık. Canım başım sürekli pencereye vuruyor. Omuzuna yaslanayım mı.”

“Sağlam omuzdur. Garantilidir de.”

“Bilmez miyim?”       

Müfret başını Şenol’un omuzuna yaslar yaslamaz uykuya daldı. Az sonra da Şenol uyudu. Otobüs dördüncü molasını Afyon’da vermişti. Şenol otobüsün her mola verişinde uyandı. Fakat otobüste kaldı. Müfret ilk defa böyle uzun bir yolculuğa çıkmıştı ve Trabzon’dan Afyon’a kadar hiç uyanmadı. Zaten Şenol da uyandırmaya kıyamadı. Afyon otogarında öyle gürültü vardı ki bu gürültüde uyumak mümkün değildi. Nitekim otobüste uyuyan herkes ve doğal olarak Müfret de uyandı. Çok susayıp acıktığını hissetti.

“Canım o kadar çok acıktım ki, anlatamam. Bana Akçaabat köftesi ve ayran alır mısın?”

“Hayatım burada Akçaabat köftesi yoktur. Sana sucuk ekmek alayım mı?

“Yaa ben Akçaabat köftesi yemek istemiştim.”

“Ben sana ekmek arası sucuk alayım. Yahut kavurma.”

Müfret Şenol’a nazlanıyordu işte. Aslında o da biliyordu, Afyon’da Akçaabat köftesi olmayacağını. Şenol otobüsten indi ve en yakındaki kavurmacıya gitti. İki yarım ekmek arası kavurma aldı ve hızla geldi, otobüse bindi. Baktı hanımı otobüste değildi. Aklını oynatacak gibi oldu. Hızla otobüsten indi “Müfret Müfret diye bağırmaya başladı.” Çok geçmedi Müfret tuvaletlerin de olduğu yerden koşarak geldi.

“Hayatım niçin avaz avaz bağırıyorsun? Geldim işte.”

“Sen nereye gittin.”

“Tuvalete hayatım. Heyecanlanacak ne var bunda?”

Şenol daha fazla konuşmadı. Müfret’in elini tuttuğu gibi onu otobüse bindirdi. Şenol’un neden böyle davrandığını Müfret anlayamamıştı. Merakla sordu:

“Canım neden bu kadar telaşlandın ki?”

“Seni göremeyince aklıma gelenleri tahmin bile edemezsin. Burası yeri değil. Söz. Sonra anlatacağım.”

Şenol Müfret‘in ardından kendisi de otobüse bindi ve 11-12 numaralı koltuklara doğru ilerlediler. Şenol’un aldığı ekmek arası kavurmalar ve ayranlar öylece duruyordu. Biraz soğumuşlardı, fakat yenilebilir bir sıcaklıkları vardı. O kadar acıkmışlardı ki soğuk sıcak ayrımı yapacak halde değillerdi. Kemal-i afiyetle yemeklerini yediler. Şenol çöpleri atmak için arabadan inerken muavin onu uyardı:

“Beyefendi hareket halindeyiz, lütfen araçtan inmeyiniz.”

“Çöpü atıp gelecektim. Soğan var, arabanın havasını tamamen değiştirir.”

“Abi çok sağ ol. Biz atarız. Siz araçtan inmeyin.”

Şenol çöp torbalarını arka kapının arkasına yerleştirdi. Otobüs belirtilen kalkış saatinde hareket etmiş, ağır ağır terminalden çıkıyordu. Şoför kontrollerinin yapılması ve hareket izni almak üzere çıkıştaki yazıhaneye yanaşmıştı ki, ön kapıya Afyon kaymağı satan bir delikanlı geldi ve “İhtiyacı olan var mı?” diye sordu. Sebiha hanım, Hayri bey ve Umut, üçü de kaymağa bayılırlardı. Şenol’un pek ümidi yoktu, ancak yine de kaptana seslendi;

“Kaptanım iki kutu almam mümkün mü?”

“Ne demek. Muavin oğlum beyefendiye yardımcı ol.”

Bu sırada kaymak satan delikanlı otobüse bindi; ancak merdivenlerde kaldı ve bir kaptana bir Şenol’a baktı,

“Abi kaç tane alacaksın?”

“Tanesi kaç lira kardeşim?”

“İki kutu beşer liradan on lira.”

“Kardeşim şu on lira.”           

“Sağ ol abi. Kaymaklarım çok taze. Var mı başka isteyen?”

Muavin otobüsün içine baktı, kısa bir süre bekledi. Yolculardan ses seda çıkmayınca;

“Yok kardeşim. Hemen hemen in. Kapılar kapanıyor.”

Muavin kaymak satıcısının inmesini bekledi ve bu arada yolculardan gelmeyen var mı tespit etmek için yolculara seslendi;

“Yanında gelmeyen var mı?”

Yolculardan ses çıkmayınca, orta ve arka kapıları kapattı ve kaptana seslendi,

“Abi çıkabiliriz. Otobüs tamam.”

Tekaüte ayrılma zamanı gelmiş camızlar misali, yıllardır nice yollar eskitmiş Mercedes Benz yavaş yavaş giderken, kaptanın verdiği ara gazla adeta horladı. Egzozdan çıkan kara duman otobüsün içine dolmaya niyetlendi. Ancak muavin çoktan kapıları kapatmıştı. Kaptan Hacı Kemal, yağ yakan motorun yaptığı bu sürprizi günlerdir bekliyordu. “Sen de benim gibi gocadıng demi. İç işleri bakanından bi izin çıksın, seni bilmem emme ben o gün o saat emekliyim akideş. Yetivesing bu gıda çalıştığımız. Bu garı milleti, ölümüzü bilem çalıştırcek ülen.” sözlerini o kadar yavaş ve mırıldanır gibi söylemişti ki, “goca olan” dediği emektardan başka hiç kimseler onu duymadı. “Hadi gari yüzüme gara çıkama goca olan, bu yolla ne ki, stabilize yollada geçti ömrümüz. Şu yolu bak şu yola. Gaymak gibi mübarek. Bu yolda gidilmez mi?” sözlerini ise otobüsteki herkes duysun ister gibi, oldukça yüksek perdeden söyleyiverdi. Evet yolculardan hiç kimse bişey demedi emme, goca olan onu duymuş gibi hem bağıdı, çığırdı hem de bi hızlandı ki, gömek lazımdı.

Şenol oturduğu yerden, olan biteni takip ediyordu. Kaptan Hacı Kemal beyin birileriyle konuştuğunu anlamıştı; fakat kimdi bu konuştukları, bunu bi türlü çözemiyordu. Bu sırada yanından geçmekte olan muavin delikanlıya gülerek baktı ve

“Kardeşim çok teşekkür ederim.” dedi. Muavin bu teşekkürü bekliyormuş olmalı ki, esmer yüzü gülücükleriyle aydınlandı,

“Bir şey değil abi. Va mı bi istedigiz?” derken hem Şenol’a hem de Müfret’e baktı. Şenol hanımının muavine cevap vermeyeceğinden emindi; nitekim öyle de oldu. Müfret bırakın muavinle konuşmayı, başını öyle bir yere eğmişti ki, hiç kaldırmadı, muavinden tarafa hiç bakmadı. Müfret’in bu hareketinden çok memnun olan Şenol hanımına döndü ve hafif bir sesle,

“Canım bi şey istiyor musun?” dedi.

Müfret başını yavaşça kaldırdı, kocasına bakıp,

“Bir su rica etsem. “

Şenol muavine döndü ve

“Kardeşim zahmet olmazsa iki su alalım.” dedi. Muavin soğuk su almak için otobüsün orta kapı çıkışında solda kalan buzdolabına doğru ilerlerken, Şenol sol eliyle hanımın sağ elini tuttu ve hafifçe sıktı.

”Canım karım benim. İşte senden daima beklediğim bu.” sözleriyle Müfret’in az önceki davranışından duyduğu memnuniyeti dile getirdi. Bu anda Müfret’ten beklediği sözler de hemen kulaklarındaydı:

“Ben de aynını senden bekliyorum. Hiçbir kızla gerektiğinden fazla konuşma olur mu hayatım?”

“Sen yeter ki iste. Ben onları görmem bile.”

Bu konuşukları bitmişti ki, muavin elinde iki cam şişe suyla yanlarındaydı. Şenol Bozdoğan’da çeşmelerden akan “Madran” suyunu şişede görünce,

“ Çok sağol biraderim. Havıla epeyce ısınmış bulada. Afyon bile yanıpduru.”

Muavin, Şenol’un insanın içini ısıtan Aydın şivesiyle ettiği teşekküre, Dengizleli şivesiyle,

“Abi ne dimek, susadıgız mı hemen beni çığırın. Aydın yanıp durudur şimdi. Bu sene havıla çok ıscak.” demişti ki, kaptanın sesi duyuldu:

“Muavin olum, beni de bi sovuk su getirive baken.”

            Aydın’ın yakıcı güneşinden mi yoksa aileden geçme mi belli olmayan esmer tenli, etin dolu, 17-18 yaşlarındaki delikanlı tekrar buzdolabına doğru giderken, ön sıralardan bir yolcu muavine seslendi;

            “Akideş şu suyu gıdım gıdım getirme. Üç beş gıda kap gel baken. Parasınansa veririz parasını. Susuzluktan öldücen mi bizi?”

            Karadenizli bir firma olan Sahil Seyahat’in Egeli personelinin hizmetindeki emektar yolcu otobüsü, birkaçı Karadenizli, çoğunluğu Artvin, Rize, Trabzon, Giresun ve Ordu’da memur Egeli yolcularının, genellikle Ege bazen de Karadeniz şivesiyle yaptıkları nüktedan konuşmalarıyla şenlenerek devam ediyordu. Nazilli’ye yaklaşık dört saat sonra varacaklardı. Eylül sonuna gelmişlerdi, Afyondaydılar, fakat hava hâlâ çok sıcaktı. Şenol Müfret’e bakarak,

“Bu yıl havalar ne kadar sıcak. Afyon normalde bu saatlerde serin olurdu. Anlaşılan, bu yaz çok sıcak geçmiş. İncirler güzeldir ama zeytin hiç etli değildir.”

“Söylediklerinden hiçbir şey anlamadım, canım.”

“Gülüm bu yıl havalar sıcak gidiyor. Tam incirin olgunlaştığı zaman. Ancak zeytin susuzluktan guruyaz olmuştur.”

“Yani?”

“Yani incir bol ve ucuz, zeytin kıt ve pahalı olur. Müfret hiç dalından incir toplayıp yedin mi?

“Evet fakat Aydın inciri değil. Trabzon’da Aydın inciri sadece pazarda bulunur.”

“İstersen yarın Kuyucak’ta bahçeye gidip, ağaçlardan toplayalım.”

“Gerçekten mi? Çok isterim.”

“İnşallah yarın Koca kıra gidip dalından incir toplayacağız. Otobüs şu anda Afyon’un Sandıklı ilçesinden geçiyor.

“Sandıklı ismini çok duydum. Neden acaba?”

“Canım burada kaplıcalar var.”

“Hayır yiyecek olarak.”

“Sandıklı’nın leblebisi de meşhurdur.”

“Galiba okuduğum kitaplardan aklımda kaldı.”

“Yolumuzun üzerinde önce Afyon’un son ilçeleri Dinar ve Dazkırı var. Sonra Denizli’nin ilçeleri başlıyor. Sırasını unuttum, fakat isimleri Çal, Çardak, Kaklık olması lazım.

“Canım ben yoruldum. Buradan sonra kaç saatlik yolumuz kaldı?”

“Hayatım sence kaç saattir?”

“Ne bileyim ben, ilk defa geliyorum.”

“Tahmin et canım. Tamam seni yormayayım. En fazla üç buçuk saat.”

“İyi hadi, az kalmış. Kuyucak mı önce, Nazilli mi?”

“Önce Kuyucak, 12 km sonra Nazilli.”

“Biz şimdi Nazilli’de ineceğiz değil mi?”

“Evet canım. Heyecanlı mısın?”

“Hem de nasıl bilemezsin. Nerelere gideceğiz?”

“Kuyucak ve Nazilli’ye. İstersen Pirlibey köyüne de gideriz.”

“Annemlerle kaç gün kalacağız?”

“Sen kaç gün kalalım dersen o kadar gün.”

“İzmir’e ne zaman gideceğiz inşallah?”

“Sen ne zaman istersen.”

“Söz mü?”

“Söz tabi, seni mi kıracağım?”

Sohbet daha sürecekti, fakat ön sıradaki genç annenin kucağındaki bebeği eziyet etmeye başladı. Kadıncağız ne yapsa ağlamasını durduramıyordu. Müfret Şenol’a baktı ve “İstesek ayıp olur mu?” diye fısıldadı. Bu sırada yan koltukta oturmakta olan, tahminen beş yaşlarındaki oğlan çocuğu başladı “Sıkıştım.” demeye. Kadıncağız ne yapacağını şaşırmış haldeydi. Müfret daha fazla dayanamadı. Başını hafifçe uzatıp “Kardeşim isterseniz küçüğü bize verin. Biz onunla ilgilenirken siz oğlanla ilgilenin.” dedi. Genç anne sıkılarak “Size sıkıntı vermeyelim.” deyince Müfret “Canım geçebilir miyim.” dedi ve yerinden kalkıp kadının yanına gitti. Küçük çocuğu tuttuğu gibi kucakladı ve boşalan koltuğa otururken Şenol’a dönerek,

“Canım sen de oğlanı alıp kaptana git rica et. Çişini yaptır getir lütfen.” dedi. Şenol “Peki canım.” diyerek çocuğun elinden tuttu ve kaptana gitti. “Kaptanım müsait yerde dursanız. Çişini yapacak. Otobüs kirlenmesin.” deyince kaptan şöyle bir baktı. Çocuğa dönerek, “Amcam az daha bekle. Az sonra duracağım, yaparsın o zaman, tamam mı? dedi ve “Adın ne bakayım evlat?” diye sordu. Çocuk yere eğik durumdaki başını kaldırdı. Şoföre bir süre baktı. Adam gülümseyince hafif bir sesle “Şeref Bahadır” dedi. Bu defa şoför biraz daha gülerek, “Ne güzel ismin var senin. Adın gibi şerefli ol inşallah” dedi. Türkiye’de şehirlerarası yolların tamamına yakını bir gidiş bir geliş olmak üzere tek şeritli yoldu. Kaptan, ancak ana yola bağlanan tali yollardan birinin girişindeki kısmen geniş bir alanda, otobüsü kenara çekti ve “Paşamız için 10 dk çiş molası” derken hâlâ gülümsüyordu.

Şenol hemen çocuğu kucakladığı gibi hızla otobüsün açılan ön kapısından indi. Biraz ilerledi ve küçüğün çişini yaptırdı. Kıyafetini düzeltip tekrar kucakladı ve otobüse bindiler. Şenol bu defa “Şeref benimle oturur musun?” diye sordu. Şeref başını olur anlamında aşağıya eğip kaldırdı. Müfret zaten kucağındaki bebekle genç annenin yanında oturmuş hem bebeği eğlendiriyor hem de anneyle sohbet ediyordu. Şenol Şeref’i Müfret’in koltuğuna oturttu. O da oğlanla sohbete başladı. Müfret baktı ki, genç anne esniyor, gözleri uykusuzluktan kızarmış ha uyudu ha uyuyacak durumda; “İstersen sen biraz uyu. Biz çocuklara bakarız.” deyince, genç annenin sevinçten göz bebekleri büyüdü ve parlaklaştı.

“Size çok zahmet verdik ama” dedi. Müfret “Zahmet falan olmadı. Sen uyu biraz, biz çocukları sevelim.” deyince genç anne sevinçle Müfret’e sarılır gibi yaptı ve koltuğuna geçti. Yaslanır yaslanmaz uykuya daldı. Zavallı anne bütün bir gece hiç uyumamıştı. Müfret kadına nerde ineceklerini sormadığını hatırladı. Şenol’a dönerek “Muavine sorar mısın, nerde inecekler?” dedi. Muavin “Telaş etmeyin yenge. Sarayköy’de.” dedi ve “Daha çok yolumuz var” demeyi de ihmal etmedi. Müfret de Şenol da derin bir oh dediler. Çocuklarla oynaşarak yolculuğa devam ettiler. Her ikisine de bu çok iyi gelmişti.

Saatlerce çocuklarla oynadılar. Muavinin “Denizli de incekle, bagajı olanla lütfen.” deyince etraflarına baktılar. Şenol, gülümseyerek,

“Zaman ne kadar hızlı geçti değil mi canım?” dedi. Mutluluğu her halinden belliydi. “Karıcım sadece bir saatlik yolumuz kaldı.” diye ilave etti.

Müfret işte bu söze çok sevindi. Çünkü uzun zamandır Şenol ona “Karıcım” dememişti. Hoş oda ona “Kocacım” dememişti ya. Birbirlerini daha şimdiden ihmal etmeye başladıklarını düşündü. Şenol’a haksızlık yaptığı kanaatine vardı ve bunu en kısa zamanda telafi etmeliydi. Bu zaman şimdiki zaman mıydı? “Neden olmasın” diye mırıldandı. Kocasına döndü ve

“Kucağına çocuk ne kadar çok yakışıyor.” dedi. Şenol hanımına baktı. Müfret’in gözleri pırıl pırıldı. Onun kucağında çocukla nasıl görüneceğini hiç hayal etmediğinin farkına vardı. İşte şimdi sevdiğini kendisine affettirmenin tam sırasıydı. Fakat otobüsün içindeydiler ve karşılıklı sözlerini kendilerinden başka hiç kimse duymamalıydı. “Bebek bir insanın kucağına ancak bu kadar yakışır. Sen çok ama çok iyi bir anne olacaksın gülüm.” diye fısıldadı. Müfret için bunları duymak, dünyanın bütün güzelliklerinin kendisine bahşedilmesi gibi bir mükâfattı. Şükür ve hacet duaları yaptı. Rabbinden hiç ayrılmamaları için niyazda bulundu.

Şenol Müfret’in durgunlaştığını görünce “acaba” dedi kendi kendine “Acaba Müfret’i üzecek ne söyledim?” Olan biteni, konuşmalarını zihninden geçirdi; ancak hiçbir şey bulmadı.

“Sahi sadece 10 çocuğumuz mu olsun istiyorsun?”

“Bakıyorum çok heveslendin.”

“Ben çocukları çok severim. Madem on çocuğumuz olmasını istiyorsun, gel şunu on ikiye tamamlayalım.”

“Seni mi kıracağım hayatım. Fakat bir şartım var. Doğurması benden, bakması senden. Öyle bedavadan çocuk sevmek yok.”

“Ya! Böyle mi düşünüyorsun?”

“Evet. Ya ne sandın?”

“Ben üç tane yeter diyorum sevdiğim.”

“Hani on ikiye tamamlayalım diyordun?”

“Ben vaz geçtim. Biri az, ikisi yetmez, üçü tamam, dördü yeter, beşi beter.”

“Yarım düzineye bile sıcak bakmıyorsun, öyle mi?”

“Ben seni düşünüyorum canım.”

Bir yandan çocukları seviyor ve onlarla şakalaşıyorlar, diğer yandan da sohbete devam ediyorlardı. Otobüs Denizli’den hareket etmiş, Sarayköy’e nerdeyse varmak üzereydi. Muavinin sesiyle otobüste olduklarını hatırladılar.

“Sarayköy ‘de inecekler hazırlanın lütfen. Otobüste eşyanız kalmasın!”

Bu uyarı üzerine Müfret genç anneyi hafifçe sarsıp yavaşça,

“Kardeşim Sarayköy’e gelmek üzereyiz. Toparlansanız iyi olur.” dedi. Genç anne telaşla gözlerini açtı. Yeterince uyumadan uyandırılmış olduğunu belli eden hafif kızarmış gözlerini ovuştururken,

“Geldik mi, geldik mi?” diyerek, merak eden gözlerle Müfret’e baktı. Aklına çocukları gelmiş olmalı ki, telaşlandı. Küçük kızı, yanındaki koltukta oturan Müfret’in kucağındaydı. Ancak oğlunu göremedi.

“Bahadır nerde? Yaramazlık yapmamıştır inşallah.” dedi. Müfret’in cevabını bekleyemedi oturduğu yerden ayağa kalktı ve arka koltuklara baktı. O sırada “Anne burdayım.” diyen bir çocuğun annesine seslenişi duyuldu. Genç kadın sesin geldiği tarafa bakınca, biricik oğlu Bahadır’ı gördü. Sevinci bir kat daha attı. İşte kaynatasının koyduğu ismiyle Şeref, eşiyle birlikte beğendikleri ismiyle Bahadır, Şenol’un elinden tutmuş, dikkatli atılan yavaş adımlarla kendisine doğru geliyordu. Müfret’e döndü,

“Kardeşim ne kadar teşekkür etsem azdır. Çok sağ olun. Abi size de çok teşekkür ediyorum. İnşallah Cemre ve Bahadır uslu uslu durmuşlardır. O kadar hora geçti ki, Allah sizden razı olsun.” derken ki o mahcup halini görmek lazımdı.

“Kardeşim bizim yaptığımız ne ki. Öyle uslu uslu durdular ki anlatamam. Dua et bize yeter tamam mı? Benim adım Müfret Trabzonluyum; ay yine Trabzonluyum dedim, Aydınlıyım ve eşim Şenol bey, Üniversitede hoca.”

“Sizinle tanışmayı dahi unuttum. Ben de Yağmur. Biz Denizliliyiz. Eşim Trabzon Sürmene’de polis. Annemler Sarayköy’de oturuyorlar. Tatile geldik.”

Genç anne bir yandan eşyalarını topluyor diğer yandan da Müfret’le konuşmaya çalışıyordu. Telaşlı hali o kadar tatlıydı ki, anlatılamaz…

“Herhalde yeni evlisiniz. Rabbim sizi korusun. Hayırlı evlatlar versin. Allahaısmarladık. Hayırlı yolculuk.” dedi ve yanındaki koltukta oturan Müfret’in kucağından Cemre’yi alıp kucakladı. Müfret de ayağa kalkıp koridora çıktı. Yağmur hanım kendi koltuğunun üzerine indirdiği eşyalara baktı, alması kesinlikle mümkün değildi. Aynı şekilde Bahadır’ı da. Müfret,

“Yağmur hanım siz koridora çıkıp ön kapya doğu ilerleyin. Ben Bahadır’ı getiririm, eşim de eşyalarınızı.”

Minnettarlığı her hareketine aksetmişti, Yağmur hanımın.

“Abim gelecekti. Otobüs durunca alır onları. Siz zahmet etmeyin.”

Önde kucağında Cemre ile Yağmur hanım, arkada Müfret, elinden tuttuğu Bahadır’la ve en arkada Şenol, iki eli de eşyalarla dolu vaziyette ön kapıya doğru ilerliyordu. Az sonra otobüs, etrafında büyük fıstık çamı ağaçları olan bir akaryakıt istasyonunun önünde durdu. Ön kapıdan kara kaşlı kara gözlü, bıyıklı, 35 yaşlarında, hafif kilolu bir bey otobüsün içine girmek üzereydi ki, muavin,

“Abi siz isterseniz binmeyin. Onlar geliyorlar.” derken orta yaşlı adam,

“Hoş geldiniz bacım. Eşyaları ver bana dedi; fakat Yağmur hanımda hiç eşya yoktu.

“Bacım senin eşyang, bagajıng yok mu?” diyerek kardeşine baktı. Genç anne mahcup bir halde,

“Abi Şenol beyin elindekiler benim. Eşinin yanında da Bahadır var.” diyerek tekrar Müfret’e döndü ve “ Kardeşim çok sağ ol. O kadar makbule geçti ki anlatamam.” dedi ve kucağındaki kızını abisine verip, Müfret’in yanındaki Bahadır’ın elinden tuttu ve ön kapıdan aşağıya indiler. Şenol ellerinde eşyalar tam kapıdan çıkacaktı ki, Yağmur hanımın abisi kapıda göründü.

“Biraderim çok sağ ol. Siz inmeyin lütfen. Ben eşyaları alayım. Hakkınızı helal edin. Ben Yusuf.” dedi. Şenol aşağıya inmekte kararlıydı ve

“Ben de ineyim. Eşyaları rahatça alın.” dedikten sonra otobüsten indi. Yusuf bey bu arada kardeşine dönüp,

“Yağmur kızım, bavulun yok mu senin?”

“Abi iyi ki sordun olmaz mı, hem de iki tane. Muavin bey otobüsün solundaki bagajda olacaklardı.”

“Ablacım iyi ki hatırladın. Sonra bize de çok zor oluyordu. Haydi göster de vereyim. İnanın çok oyalandık.”

Sanki kaptan muavinin sözünü bitirmesi bekliyormuş gibi,

“Ali evladım. Bitmedi mi şu bavul indirme? Daha Burhaniye’de yarım saat mollamıkz var. Çok geç kaldık çok.”

Şenol, Yusuf beyle tokalaşıp hızla otobüse yöneldi. Tam ön kapıdan biniyordu ki, kaptanın sesi duyuldu.