“Haydi beyefendi binin de gidelim gari.”
Otobüs hareket eder gibi yaptı. Şenol ön, muavin orta kapıdan otobüse binerken muavin seslendi.
“Tamamdır abi, gidebiliriz.”
Otobüs hızlanarak ilerlemeye başladı. Şenol oturdukları koltuğa geldiğinde Müfret el sallıyordu. Şenol’a bakarak,
“Ne kadar tatlılardı değil mi canım?” derken koltuğuna oturdu. Peşinden de Şenol.
“Evet gerçekten çok tatlılar. Rabbimiz hayırlı evlatlar olmalarını nasip etsin inşallah.” dedi. Müfret de
“İnşallah canım.” dedi demesine de “İnşallah canım.” derken öyle derin bir of çekti ki, Şenol,
“Bizim de olacak canım. Sen hiç merak etme.” deme ihtiyacını duydu.
“Hemen olsun istiyorum canım.”
“Tamam sen nasıl istersen.”
“Gerçekten mi? Gerçek değil mi?”
“Tabi ki gerçek canım. Sen herhalde imam hatibi bitirmekten vaz geçtin?”
“Çocuk da yaparım, kariyer de.”
“Sen yeter ki iste canım. Ben her isteğinde seninleyim.”
“Canım gerçek değil mi dediklerin?”
“Ne demek gerçek değil mi? Tabi ki gerçek. Bunun şakası olur mu?”
Örfi idarenin 12 Eylül 1980 sonrası okullara getirdiği başörtüsü yasağı sebebiyle, Akçaabat İmam Hatip Lisesi son sınıfta okurken, mezun olmasına aylar kala okuldan ayrılan Müfret, kocasının sol omuzuna başını yasladı. Bir şeyler daha diyecekti. Söyleyemedi, göz kapakları kontrolünden çıkmış kapanmak için direniyordu. Nitekim daha fazla dayanamadı. Derin bir uykuya daldı. Şenol sevgili eşine baktı. Perçemleri başörtüsünden çıkmaya çalışıyordu. Onları içeriye itti. Hayran olduğu yüzüne baktı. Kısa bir süre sonra, o da başını eşinin başına yasladı ve uyudu.
“Nazilli’de inecekler hazırlansın lütfen” sesi üzerine ilk uyanan Müfret oldu. Şenol’un omuzunu tutup hafifçe sarsarken,
“Canım memleketimize geldik.” dedi. Şenol pencereden dışarıya baktı. Kuyucak’tan geçiyorlardı. Hemen Müfret’e Evli Dağ’ı göstererek,
“Çocukluğumun geçtiği yerler canım. Özlemişim.”
“Evli Dağ değil mi? O kadar çok söyledin ki, ben görmeden öğrendim.”
“Benim için Kuyucak çok değerlidir.”
“Benim için de Trabzon.”
“Mümkün olursa çıkar mıyız Evli Dağ’a?”
“Çıkarız tabi canım. O kadar çok anlattın ki, inan çok merak ediyorum.”
“O kadar iyisin ki. Hadi hazırlanalım. Hamzallı’yı da geçtik. Güzelköy’e geliyoruz.”
“Memleketin tabi. Her yeri biliyorsun. Bana da öğretirsin değil mi?”
“Sen iste yeter ki canım.”
“Ne dersin, yarın Kuyucak’a gidelim mi?”
“Müfret gerçekten istiyor musun?”
“Tabi ki ben de artık Aydınlıyım.”
“İşte Nazilli otogarına girdik. Ben ineyim hemen bavulları alayım.”
“Hayır önce ben ineceğim. Sen eşyalarımızı al gel.”
“Tamam canım nasıl istersen.”
Müfret hızlı hızlı orta kapıya yöneldi. Arabadan inmişti ki,
“Ne kadar sıcak bir yer. Sabah böyleyse, öğleyin kim bilir nasıl!”
“Memleketimiz hem güzel hem sıcaktır. Gülü seven dikenine katlanıyor. Başka çaresi de yok. Ben bavulları aldım canım. Sen gölgede bekle; ben bir taksi çağırayım.”
Müfret Nazilli otogarının peronlarına bakan, üstü kapalı kısma geçti. Burası az da olsa gölge olduğundan güneş yakmıyordu. Çok geçmedi, Şenol taksiyle geldi. Şoförle bavulları hızlıca bagaja yerleştirdiler. Müfret zaten hemen taksiye binmişti. Şenol da bindi ve hareket ettiler. Şenol şoföre dönerek,
“Recep bey ilkokuluna yakın bir yere gideceğiz. Ben Recep beye yaklaşınca size söylerim.” dedi. Çok fazla zaman geçmedi. Şoför “Abi geldik sayılır.“ deyince Şenol “Biraderim okulu geçince hemen sola dönüp dik gideceğiz. Solda, mavi demir kapının önünde duracağız.“ diye gidecekleri yönü tarif etti. Nihayet okul göründü ve sola dönüp doğruca evlerine doğru ilerlediler ve mavi demir kapının önünde durdular.
Şenol kapısını açıp hemen taksiden indi ve demir kapıyı yumrukladı. Sonra da Müfret’in kapısını açtı ve elinden tutarak inmesine yardım etti. Bu sırada kapı açıldı ve Hayri beyle Sebiha hanım kapıda göründüler. Sebiha hanım,
“Ooo gızım gelmiş, hoş gelmiş. Evimizi şenlendirdin gızım. Hoş geldigiz. Buyrun baken buyrun. Hoş geldiniz sefalar getirdigiz.” diyerek Müfret’e gitti ve öyle bir sarıldı ki, gören kaynanası değil annesi sanırdı. Müfret annesinin elini öptü. Ardından da babasının elini. Ana kız eve girdiler. Bu arada Şenol bavulları indirmiş taksi ücretini ödemişti. Hemen babasının elini öptü, Hayri bey de yanaklarından öperken,
“Hoş geldigiz olum. Hoş geldigiz bakan.” dedi ve oğluna sarılıp tekrar yanaklarından öptü. Bavulları alıp onlar da eve girdiler. Müfret gördükleri karşısında şaşırmıştı. Hiç böyle bir eve geleceğini düşünmemişti. Geldikleri ev tamamen eski Türk filmlerindeki gibi bir evdi. İki oda ve önlerinde önü tamamen açık dar sayılmayacak bir hayattan oluşan, küçük denilebilecek bir evdi burası. Ancak dikkatini çeken önü açık olmasına rağmen tertemiz görünümüydü. Ev eskiydi, eski olmasına da hiç kirli tarafı yoktu. Duvarlar çivit renginde, yani koyu mavi badanalıydı. Hayri bey Müfret’in bakışlarından şaşkınlığını anlamıştı. Hemen açıklamalarına başladı:
“Kızım bu ev çok eski bir evdi. Biz tamir ettik de oturulabilecek hale geldi. Ev annegig bubasının evi. Kiraya çıkmıyalım diye şimdilik oturuyoz. Ama siz evlendigiz bize bir oda daha lazım. Şimdilik idare edin baken. Bir daha ki gelişimizde ayrı bir eve taşınmış oluruz inşallah. Müfret verdiği intibadan utandı ve kızarmaya başladı.
“Olur mu öyle şey babacım. Annemin ellerine sağlık, tertemiz bir ev. Benim şaşkınlığım filmlerdeki gibi bir ev oluşundan.”
“Temizdir anneg gızım hem de çok temiz. Toz bulumazsıng evde.” Bu söz üzerine Sebiha hanım Müfret’in ellerinden tutup,
“Gel gızım sene odagızı gösterem. Eski meski idare etceng gari. Siz bu odıda yatasıgız. Umut içedeki divanda yata. Bubang karşıdaki divanda ben de boy minderinde yatıveririm. İdare etcez gari n’apalım. Bizden bu gıda şimdilik.”
“Annecim hiç olur mu öyle şey. İdare etcez ne demek. Her şey gayet güzel. Çok güzel düşünmüşsünüz. Sağ olun var olun.”
“Benim gönlü zengin gızım. Şenol’um iyi ki sene buldu. Sen bizim gızımızsıng, gelin filan değil. Sevinçten unuttuk Hayri bey. Ganıgız açtır sizing. Hading sofrı guralım. Patates gızartması yaptım, badılcan, bibe, domates de gızattım. Şenol çok seve. Sen de seve mising gızım patates gızatmasını?
“Severim tabi annem benim. Sen pişirsin de hiç sevmez miyim? Ellerine sağlık.”
Ana kız yer sofrasını hemen hazırladılar. Müfret iki diz üstüne o kadar güzel oturmuştu ki, Sebiha hanımın gözleri doldu. O kadar çok seviniyor ve Allah’a dua ediyordu ki, Rabbi oğluna böyle bir kız nasip etmişti. Hayri beyin ise keyfine diyecek yoktu. En çok da Sebiha’nın Müfret’i bu kadar çok sevmesine seviniyordu. Annesi rahmetli Höri gadın, gelinlerine hiç kaynanalık yapmamıştı. Ne lüzum vadı? Değil mi ya? İşte böle olmalıydı? Yemeklerini güzelce yediler. Yemekten sonra Şenol öğle namazını ve yolculuk sırasında kazaya kalan namazlarını kıldı. Müfret özel günlerindeydi. Sebiha hanım oğluna bakınca yüz ifadesinden anladı ve hiçbir şey demedi. Namazdan sonra üstüne bi de uyku çektile ki dadına doyum olmaz.
Uyandıklarında ikindi olmuştu. Şenol hemen ikindi namazını eda etti. Babasının yattığı odaya baktı. Umut da gelmiş içerde uyuyordu. Annesi uyanıktı. Müfret’in yattığı odaya gidip kapısını açtı ve baktı. O da uyuyordu. O kadar güzeldi ki, bakmaya doyamıyordu. Evet onlarınki ne aşk ne sevda, onlarınki besbelli kara sevdaydı. Çünkü Şenol’un hanımına bakarken ki yürek yangını hiç geçmemiş, aksine her geçen gün daha da alevleniyordu. Kapıdan bakarkenki bu halini annesi de gördü ve gülümsedi.
“Ah gençlik gibisi yok. Buban da bene gençken böle bakadı. Yolda yürüken başımı kaldırıp annacıma bakımazdım, gızadı.” diye mırıldandı. Şenol hanımına bakmaya kendini öylesine kaptırmıştı ki ne annesinin ona baktığını gördü ne de dediklerini duydu.
Müfret akşama doğru uyandı. Baktı, yanında Şenol yoktu. Telaşlandı, fakat etrafına bakınca Trabzon’da olmadıklarını, Nazilli’de kayınvalidelerinin evinde olduklarını hatırladı. Yer yatağında yatıyordu. Üzerinde battaniye vardı. İnceler bakışlarla odayı kontrol etmeye başladı. Odada antika koltuk takımı vardı. Takım iki tekli, bir üçlü kanepeden oluşmuştu. Ayrıca bir büyük iki küçük sehpası vardı. Kanepeler yekpare cevizden yapılmıştı. Sehpalar ise ceviz kaplamaydı. “Bu takımda bir eksik var.” diye düşündü. Evet, evet bir eksik vardı. Büfe yoktu. Olmaması mümkün değildi. “Diğer odada, belki televizyon sehpası olarak kullanılıyordur.” diye mırıldandı.
Tam bunları düşünürken kapı çalındı. İçeriye giren kaynanasıydı. Gülücükler saçan gözlerine baktı. Hayret sağ gözünde kalın bir perde gibi katarakt vardı. Trabzon’da da var mıydı diye düşündü. Evet evet vardı, fakat hiç konusu geçmemişti. İçinde bir sızı hissetti. Bu duruma gerçekten üzülmüştü. Ya diğer sağlam gözüne bir şey olursa kayınvalidesi ne yapardı. Nasıl oldu diye merak etti;
“Anne sağ gözün ne zaman rahatsızlandı?”
“Şenol yeni dünyaya gelmişti. Ovada güneşin altında çok galdım. Ondan olmuş. Doktorlar bi da gömez dedile.”
“Annecim çok üzüldüm. Allah’tan umut kesilmez. Trabzon’a gelin, tekrar doktora gidelim.”
“Siz beni bırakın, kendigizden anlat baken biraz . Biz geldikten sona nele yaptıgız?”
”Annecim ne yapalım. Şenol Fakülteye gidip geldi, ben de evde akşama kadar onu bekledim. Oğlun ne kadar kıskanç anne. Pencereleri sürekli güneşlikleri örtülü tutuyoruz. Onsuz hiçbir yere gidip gelemiyorum.”
“Onun bubası da öleydi. Sona sona geçiyo gızım.”
Müfret kaynanasına sarıldı, yanaklarından defalarca öptü. Acaba Şenol nerdeydi?
“Anne Şenol nerde? Evde değil mi yoksa?”
“Gızım Şenol evde. Öbür odıda uyupbatı. Hiç sensiz bi yere gide mi o?”
“İkindiyi kıldı mı? Kerahet vaktine girdik ama yine de kazaya kalmasından iyidir. Kaldıralım da kılsın namazını.”
“Gızım o zaten ikindiyi kılıp yattı. Çok uykusu vadı. Otobüste hiç uyumamış. Çocuk mu eğlendirmiş ne? Siz ekenden ana buba olmuşsuguz gari. Ne diyem ?”
“İnşaallah o da olacak annecim. Bakalım torunlarınız olunca siz de hemen pabucumu dama atacak mısınız? Göreceğiz. Babam ve annem Şenol’la söz keser kesmez pabucumu dama atmışlar da benim çok geç haberim oldu.”
“Hiç olumu öle şey gızım. Herkesin yeri ayrı.”
“Yok yok gerçekten öyle yaptılar. Söz ver annecim siz böyle yapmayacaksınız değil mi?”
“Bizim gızımız olmadığından biz sene çok sevdik. Yalan değil sen de sevdirdin kendini. Senig yerin ayrı gızım, sen hiç merak etme, olmucek öle şey.”
“Anne ben Şenol’u kaldırcam. Bu kadar uyuduğu yetivesin gari.”
“Gız sen nezman örendig bizim gibi gonuşmayı?”
“O gıda olcek gari. Ben Aydınlı oldum anne.”
Tam bu sırada kapı çalınmaya başladı. Müfret elbisesine çeki düzen verirken seslendi.
“Kim o?”
“Benim canım. Girebilir miyim?”
“Gel gel. Biz de annemle senden bahsediyorduk.”
“Ne kadar çok gürültü yaptınız öyle. Bi uyutmadınız. Neler konuşuyorsunuz bakam?”
Şenol kapıyı açıp odaya girerken söylemişti bu sözleri. Odaya girince gördüğü manzara mükemmeldi. Yer yatağının üstüne ana kız oturmuş, muhabbet ediyorlardı. Yüz ifadelerinden çok net anlaşılıyordu ki, her ikisi de çok mutluydu. Müfret hemen konuşmaya başladı:
“Canım annemle düğün konusunu konuştuk. Bu akşam babamla konuşacak inşallah.” Bu konuşmalar yapılırken Şenol yavaşça antika tekli koltuklardan kapıya yakın olana oturdu. ve Müfret’i dinlemeye başladı. Müfret annesiyle konuştuklarını, her şeyi ama her şeyi en ince ayrıntısına kadar tane tane, kapsamlı bir şekilde anlattı. Sebiha hanım Müfret’i, konuşmasını kesmeden sonuna kadar dinledi. Sonra oğluna döndü ve
“Şenol’um sen ne diyon bu düğün konusunda?” dedi.
Şenol önce anasının gözlerine bakıp bir süre bekledi. Nasıl bir tepki verdiğini anlamaya çalışıyordu. Sanki olumsuz bakmıyordu. Hatta destekler gibi bir duruşu vardı. Bu defa hanımına döndü. Göz göze geldiler. Hanımının gözleri pırıl pırıldı. Kendine has muzip gülümsemesi yüzünü tamamen kapladı. Müfret bu gülümsemeyi çok yakından biliyordu artık. Bu nedenle bakalım ne diyecek diye içinden geçirdi ve sevdiği adamın gözlerinden gözlerini ayırmadan beklemeye başladı. Sebiha hanım da bu gülümsemeyi çok iyi biliyordu, zira kocası Hayri bey de aynı böyle gülerdi. O da içinden “Bi da bubası. Yüzden bana benziyor, fakat huyu da bakışları da aynı bubası.” diye geçirdi. Şenol’un bu halini yakından bilen Sebiha hanım ve Müfret, acaba ne diyecek diye merak ederek Şenol’a baktılar.
“Anne Müfret’in isteklerine insan “hayır” diyemiyor:” değil mi? Sanki şeytan tüyü var bunda.”
“Öyle öyle. Fakat şeytan tüyü değil ondaki. Gızımın tetemiz bi kalbi var. Kalbi de ağzında. Hesapsız kitapsız konuşuyo benim güzel gızım. Dediklerine neden hayır diyelim ki, olcek şeyle söylüyo.”
“İşte buyrun burdan alın. Bakıyorum Müfret ailemize gireli pabucum çoktan dama atılmış da haberim yok. Ne bu sevgi, muhabbet? Kıskanmıyom da azıcık imreniyom.”
Müfret, “Sağ ol canım. Pabuçlarımı Trabzon’da damda ararken sesin, soluğun çıkmıyordu. Nazilli’de de sen ara bakalım. Nasılmış? Zoruna gitti değil mi? dedikten sonra kayınvalidesine sarılıp, “Sağ ol benim güzeller güzeli annecim. İyi ki benim de annem oldun. Çok sağ ol. Öpecem öpecem o gül kokan yanaklarından.” deyip deyip onu defalarca öptü.
Şenol’un annesi ve babası için anlattıkları, annesinin kıskançlığı, babasının öldüresiye dövmeleri aklına geldi. Duyduğunda irkilmiş hatta biraz da korkmuştu. Fakat gördüğü insanlar ne kadar iyi idi. Müfret’i sevindirmek için kendilerini yıpratıyorlardı. Nerden geldiyse, aklına çocukluk yıllarında televizyondan duyup ezberlediği şarkı geldi. Şarkıyı büyük bir coşkuyla, ancak kimseler duymasın diye diliyle değil kalbiyle söyledi:
İyilik yap İyilik bul.
Kim kazanmış kötülükten.
Kötünün başına gelmedik olmaz,
Kimsenin ettiği kimseye kalmaz.
Müfret şarkıyı daha bitirmemişti ki, Sebiha hanımın o müşfik sesi duuldu:
“Gızım yolda giydiğin elbiselerinizi çıkarın da yıkıyalım. Şenol olum sen de ve isteseng. Te kokupbatıla.”
“Annecim size zahmet olacak. Çamaşır makineniz yok değil mi?”
“Ne de? Ben alışığım elde yıkamaya gızım.”
“Ben banyo yapayım anne. Temiz elbiselerimi temiz temiz giyeyim. Banyonuz nerde?
“Banyomuz da yok gızım. Aş damında yıkanıyoz.”
“Nasıl nasıl? Banyonuz yok mu?”
Müfret hayretler içindeydi.
“Anneciğim görebilir miyim nasıl bir yer? dedi. Hemen ayağa kalktı ve kayınvalidesinin sağ elini tutup, ayağa kalkmasına yardım etti. Hep beraber odadan çıktılar ve hayattan avluya çıkılan ikinci yerden; yani, tuvalete ve aş damına kestirmeden gitmede kullanılan kapı büyüklüğündeki kapısız geçitten geçtiler. Sebiha hanım sağ eliyle gösterip,
“Aş damı işte burası.” dedi.
Müfret, kayınvalidesinin gösterdiği “aş damı”na doğru gitti, oldukça eski ahşap kapısını açtı ve içeriye girdiler. Aş damı denilen yerde avlunun göründüğü büyük bir pencere, arka duvarda pencereye bakan eski bir ocak vardı. Ocağın duvarında, köşegenlerinde ayakları olan üçgen bir alet asılıydı. Çeşme yoktu. Başka neler var diye etrafına baktığında bir piknik tüpü ve üstünde büyük bir güğüm gördü. Ocağın solunda, ahşaptan yapılmış üç raf ve bu raflarda tencere, tava, tabak, çanak gibi mutfak malzemeleri ile içinde çatal, bıçak ve kaşıkların olduğu yeşil plastikten mamul bir kaşıklık görünüyordu. Ocağın sağında ise, içinde yemeklik malzemelerin olduğu silindirik ahşap kutularla mukavva kutular vardı.
Müfret, tekrar pencereye baktığında, pencerenin sağında kalın kumaştan bir perdenin asılı olduğunu fark etti. Banyo yaparken yahut bulaşıkları yıkarken pis suyun gittiği akar acaba nerde diye pencerenin altına baktığında, pis su akarının beton zeminden dışarıya açılan, çapı 5-10 cm civarında bir delik olduğunu gördü. Aş damında içeriyi ısıtma düzeneği yoktu. Kendi kendine, “Kışın üşümeden nasıl banyo yapılır ki burada?” diye mırıldandı. Müfret ilk defa yokluğun, fakirliğin, çaresizliğin acı yüzüyle tanışıyordu. Ev halkının hepsinin çektiği zorlukları düşününce, “Sarayda yaşıyormuşum da farkında değilmişim.” diye mırıldandı. Evet bu evde yaşamak çok zordu, ancak en çok zorlanan da kesinlikle kayınvalidesiydi. “Bu kadar yokluğun içinde, evinde olmayanlara sahip olanları kıskanmak da hakkı olsun artık. Kesinlikle çok görülmemeli.” sözlerini ise herkesin duyabileceği bir tonla söylediğinin hiç farkında değildi. Nitekim aş damına doğru gelmekte olan Şenol, Müfret’in sözlerini duymuştu. Fakat bir mana verememişti.
“Canım yine neler düşünüp, kime hak veriyorsun?”
“Annemin çektiklerinin hiç farkında değilsiniz değil mi?”
“Evet farkındayım. Fakat ne yapabilirim? Söyler misin?”
Müfret Şenol’un sorusuna cevap verememenin çaresizliği ile bu defa tuvaleti görmek istedi.
“Tuvalet nerde canım?”
“Avluya çıkalım. Göstereyim.”
Şenol aş damının iğreti ahşap kapısını geçebilecekleri kadar açtı. Önden Müfret, arkasından Şenol avluya çıktılar. Avlu pek büyük sayılmazdı. Zemini betondu. Bittiği yerde yüksek bir duvar vardı. Bu duvarın avluya bakan sağ köşesinde küçük bir fırın dikkati çekiyordu. İçine envayi çeşit malzeme doldurulmuştu. Büyük olasılıkla kullanılmıyordu. Emin olmak için,
“Şenol’um köşedeki fırın mı?”
“Evet canım. Fakat ben bildim bileli hiç kullanmadık.”
“Peki önündeki küçük ağaç portakal mı?”
“Hayır canım, mandalina.”
“Peki çardağa sarılı asma üzüm veriyor mu?”
“Veriyor vermesine de pek güzel değil.”
“Fırının bize göre sağındaki pencere nerenin penceresi?”
“Helanın.”
“Ne demek helanın. Hela ne ki?”
“Hela yüz numara.”
“Bilmece gibi konuşma canım. Peki yüz numara ne demek?”
“Yüz numara WC demek.”
“Lütfen benim anladığım dilden konuşur musun?”
“Tuvalet canım tuvalet. Fakat tuvalet demeye bin şahit lazım. Bu nedenle sana eski isimlerini söyledim.”
“Benim tuvaletim geldi. Lütfen nerden gireceğimi söyler misin?”
“Pencerenin solundaki erik ağacından sonra gördüğün kapıdan giriliyor.”
Müfret hızlı adımlarla Şenol’un işaret ettiği kapıya doğru gitti. İçeriye henüz girmişti ki,
“Şenol Allah’ını seversen gel. Burada tuvalet falan yok. Ortası delik bir kayrak taş var.”
“Müfret bizim tuvalet böyle”
“Peki su nerede?”
“Plastik bir ibrik var. Onun içindeki suyu kullanıyoruz.”
“Tamam canım. Çok sağ ol.”
Uzun sayılabilecek bir süre sessizlik oldu. Şenol meraklandı.
“Müfret iyi misin?”
“İyiyim iyiyim. Galiba yolda yediklerimden midemi bozdum. İshal olmuşum.”
“İlaç alalım mı?”
“Geçmezse alırız. Sen merak etme.”
Müfret az sonra kapıda göründü.
“Şenol içerde bir kapı daha var. Arkasında da demirden bir alet. O demir ne işe yarıyor?
“Canım biz ona “tırkı” diyoruz. Ucu kancalı demir levhanın hemen karşısında, baş kısmının ortası delik bir çivi var. Tuvalete girince kapıyı kapatıp kancayı bu delikten geçiriyoruz ve böylece kapı kapanmış oluyor.”
“Bilmediğim ne kadar çok şey varmış. Bakalım başka neler öğreneceğim?”
“İnsan yaşadıkça yeni yeni şeyler öğreniyor. Rabbimiz hayırlı uzun ömür verir inşallah da birlikte daha çok şeyler öğreniriz.”
Müfret Şenol’a sarılmayı çok özlemişti. Koşarak ona doğru geldi. Tam sarılacaktı ki, Hayri bey onlara doğru geliyordu. Yüzünde her zamanki o gülüşle,
“Çocukla anagız nelede? İçelere baktım görümedim.”
“Ben burdayım, misafir odasında. Otalığı kaldırıyom.”
“Sebiha aşam olcak. Az galdı. Biz ne yicez? Evde yicek ne va?”
“Her bişele va. Çoçcaklarım gelmiş. Aç mı bırakcam sandıng size?
“ E ozman biz Şenol’la bi dolaşıp gelelim. Siz gızmla hazırlang gari bi şele. Hadi Şenol olum biz çıkalım. Gızım alcek vecek bi şe va mı?”
“Sağ ol babacım. Beraber olalım, bize yeter.”
“Dondurma seve ming?”
“Zahmet etmeyin babacım.”
“Neli olsung? Bi de kaç numara ayakkabı giyyong?”
“Babacım beni şımartıyorsunuz.”
“Hadi sölü de biz gidelim. Dükkanla kapanmıdan biz bi bakıp gelelim.”
“Ben meyveli seviyom babacım. Ayakkabı numaram ise 41.”