“Oldu ozman. Hadi Şenol.”

Şenol mavi demir kapıyı hafifçe açtı. Önden Hayri bey, ardından Şenol sokağa çıktılar. Evlerini karşısında Bozdoğan’lı, anneannesi tarafından uzaktan akrabaları Hacı teyze dedikleri bir nineleri vardı. Şenol ve Hayri bey dışarıya çıkınca, Hacı teyzelerinin avlu kapısı yavaşça açıldı. Pek çok Aydınlı kadının aksine zayıf, başına bağladığı yazmadan bembeyaz saçlarının perçemleri dışarıya dökülmüş, güler yüzlü, sanki yetmiş yaşlarında yaşlı bir kadın kapıda göründü.

“Hayri bey gözügüz aydın. Olum hoş geldigiz.”

“Hoş bulduk hacı nine. Nasılsıng?”

“Çok şükür bu günümüze. Sen nele yaptıng. Evlenmişsing emme düğün yapmamışsıgız. Düğünü de buda yapıveririz gari. Hiç düğünsüz olu mu? Annen gızmla barba gelcekle demişdi. Getirmeding mi yoksa?”

“Beraber geldik. Onla içede yemek hazırlıyola.”

“Hacı abla sen bizi geç. Bizim çaşıda biraz işimiz va. Dükkanla kapanmıdan görelim gelelim.” 

“Tamam Hayri bey sizi güle güle.”

Yürümeye başlamışlardı ki, köşedeki bakkal dükkanından uzun boylu, şişman, günlük tıraş olduğu her halinden belli, bıyıksız bir beyefendi dükkânın kapısında göründü.

“Hayri bey merhaba. Şenol gelmiş. Hadi gözünüz aydın. Şenol oğlum hoş geldin.”

“Sağ ol başçavuşum. Öğleye doğru geldile çok şükür. Bizi sevindirdile. Allah onları sevindirsin inşaallah.”

“Orhun abi çok sağ ol. Hayırlı işler”

“Başçavuşum dükkanla kapanmıdan bi şeyle alıp gelcez. Birkaç gün budula. Sonra konuşusuguz. Bize müsaade.”

“Peki o zaman size iyi alışverişler. Şenol sana göstereceğim yeni projelerim var. Müsait olduğunda gel konuşalım oğlum.”

“Gelirim tabi. Merak ettim.”

Şenol ve babası dükkânı geçince sağa döndüler hızlı adımlarla kısa bir süre gittikten sonra bu defa sola dönüp gözden kayboldular. Aradan bir saatten fazla zaman geçti. Hava kararmaya yüz tutmuştu ki, mavi kapı yumruklanmaya başladı. Sebiha hanım Müfret’e baktı,

“Bubangla geldi her hal. Kapıyı açıveceng mi gızım?”

“Hemen açıyorum annecim.”

Müfret kapıyı açtı. Kaynatasının elindeki küçük paketi aldı. Şenol’un elinde üç tane ayakkabı kutusu vardı. Hayri bey acele acele

“Gızım bak bakalım hangisi ayaga olcek. Beğendiğini al.”

“Babacım neden paradan çıktınız. Benim ayakkabım var.”

“Seninki başka benimki başka. Giy bakan hangisi olcek?”

Müfret ayakkabıları denedi. Parlak gri renkli olanı beğendi. Kaynatasına dönerek,

“Babacım ben bunu beğendim. Ancak hangisi daha ucuzsa onu alalım lütfen.”

“Sen ucuz pahalı karıştıma. Ben de bunu beğenmiştim. Şenol olum diğer ikisini Hacı abine ve gel hadi. Bubam sona sana gelcek de.”

“Gızım giy yürü bakan. Ayanda nasıl durcak bi görelim?”

Müfret avluda birkaç defa gidip geldi. Ayakkabıyı çok beğenmişti. Hemen kayınpederine doğru gitti. Elini öptü. Kaynanası da aş damından çıkmış, yanlarına gelmişti. Müfret’e bakıp,

“Güle güle kullan gızım. Ayanda parlansıng inşallah.” demişti demesine de. Yüzü biraz değişmişti. Hayri bey hemen hanımına döndü:

“Sebiha öbür nevale geldiğinde sana alcaz gari. Az biraz beklicen.”

“Olsun vasıng. Ha gızımın ayağında ha benim. Güle güle giy gızım. Yeni gençlere yakışıyo. Ben eskilerlen idare ederim.”

Müfret kaynanasının kıskandığını anlamıştı. Haksız da sayılmazdı. Ayağındaki ayakkabılar kim bilir kaç yıllıktı. Yanına gitti. Sarıldı. Birkaç defa yanaklarını öptü.

“Çok sağ ol annecim. Ne kadar iyisiniz. Sizin kızınız olduğum için gerçekten çok şanlıyım.”

Müfret o kadar samimiydi ki, onun bu halleri kaynanasının çok hoşuna gidiyordu. O da kızına sarıldı, yanaklarını öptü ve başını kızının başına yasladı; başladı için için ağlamaya. Müfret de dayanamadı, onun da gözlerinde boncuk boncuk yaşlar belirdi. Şenol Hayri beye baktı. Hayri beyin de gözleri kızarmıştı.

“Ben biraz dolaşıp gelem. Siz yemekleri hazırlıya durun.” dedi, arkasını döndü ve hızlı adımlarla kapıya yöneldi. Demir kapının kilidini açan kolu çekti, kapı açıldı. Geçebileceği kadar aralayıp sokağa çıktı; tabi peşinden de Şenol.

Şenol akşam yemeğinde söylemişti, yarın Kuyucak’ta incir toplayacaklarını. Müfret yaşayacağı yeni deneyimi merakla beklerken yemeklerini yemişler, sofrayı bayanlar olarak Sebiha hanım ve Müfret toplayıp kaldırmışlar ve bulaşıkları, kaynanasının bütün ısrarına rağmen, artık evin kızı olan Müfret yıkamıştı. Yol yorgunluğu bambaşka bir şeydi. Trabzon’dan Nazilli’ye tam tamına 22 saatte gelmişlerdi. Her ikisinin de gözlerinden uyku akıyordu. Bakıştılar ve Şenol babasından izin isteyip erkenden odalarına çekildiler.

Müfret çoktan Kemeraltın’dan satın aldıkları atlas kumaştan dikilmiş geceliğini giymiş, hemen yatağa girip yorganı boğazına kadar çekmişti. Şenol gülerek hanımına döndü. Nazilli’de hava çok sıcaktı. O da yolculuk sırasında giydiği mavi takım elbisesinin pantolonunu ve kayın pederinin hediyesi damatlık beyaz gömleğini ve ardından kısa kollu atletini çıkardı. Üzerinde sadece şortu kalmıştı. Yatağa bu halde yönelince Müfret merakla sordu.

 “Canım böyle mi yatacaksın?”

“Ne o itirazın mı var?”

“İtiraz etsem sanki dediğimi yapacaksın.”

“Güzelim az kenara çekil de ben de yatayım.”

“Çekilmiyorum işte.”

Birbirlerine doyasıya sarıldılar. Topu topu sadece bir gece geçmişti, sarılıp yatmayalı; amma onlar yine de birbirlerini çok özlemişlerdi.

Müfret odaya girerlerken, önü açık hayatın yola bakan penceresinin önündeki hayata dönük boşlukta duran, Ege Bölgesinde “demiryolu saati” namıyla meşhur, neredeyse her evde mevcut, Rus malı Serkisof marka çalar saati almış sabah ezanından bir saat önceye kurmuş ve odanın batı tarafında kalan ahşaptan yapılmış yüklük, kapaksız dolap ve banyo üçlüsünden dolabın en üst gözüne koymuştu.

Gerdek gecelerinin sabahından beri, namazdan sonra artık uyumuyorlar, birlikte kitap okuyorlardı. Bunu alışkanlık haline getirmişlerdi. Şimdi okumakta oldukları kitap, Mehmet Zahid Kotku merhum hocaefendinin yazdığı “Ehli Sünnet Akaidi” idi. Kitabı Müfret okuyor ve gerektiğinde açıklamalar yapıyordu. Kitap okuma faslından sonra, Müfret hemen mutfağa girdi ve kahvaltıyı hazırladı. Hızlıca kahvaltılarını yaptılar. Güneş henüz doğuyordu ki, onlar Şenol’un akşamdan kiralayıp mavi kapının önüne park ettiği Reno marka arabaya binmişler Kuyucak’a doğru yola çıkmışlardı.

Hava erkenden ısındığından Aydın’da artık gelenek haline gelmişti, erkenden bağa bahçeye gidip işe başlamak. Nitekim Koca kıra vardıklarında, ortalık cıvıl cıvıldı. Hemen herkes bahçeye gelmiş, kimi meyve topluyor, kimi sebze topluyor, kimi çift sürüyor kimi de civardan aldığı suyla su suluyordu. Müfret ve Şenol da hemen incir toplamaya giriştiler ancak maalesef dün incirler toplanmış, bahçede yemeklik bile incir kalmamıştı. Müfret hemen dalından kopardığı incirleri yemeğe girişmişti. Şenol mütemadiyen O’nu uyarıyordu.

 “Canım dikkat et, incir ağacının sütü alerji yapar. Kabuğunu soymadan sakın yeme. Bizim incirimiz Karadeniz’in incirine benzemez. Ağzın kabarır.”

“Tamam canım merak etme, dikkat ediyorum.”

“Müfret bak bahçenin yukarısında Mustafendi amcam da inciri topluyor.”

“Gördüm canım. En büyük amcan değil mi?”

“Evet haydi yanına gidip elini öpelim.”

“Haydi, inciri daha sonra toplarız.”

Şenol amcasının yanına gidelim demişti demesine de yine de incir toplamaya devam ediyordu. Ağaçların alt dallarında hiç olgun incir kalmamıştı. Şenol kendi kendine mırıldandı.

“Mutlaka sabahtan incir toplamışlar. Bizim geleceğimizi bilmediklerinden, zayi olmasın diye bizim hissemizdekileri de toplamışlar. Keşke geleceğimizi haber verseydik.”

Müfret tekrar Şenol’a seslendi.

“Canım amcaya gitmiyor muyuz?”

“Haydi gidelim o zaman.”

Şenol Müfret’in yanına gitti. Elindeki sepete baktı. Üç beş incir ya var ya yoktu. Bunların da yarısı hamdı. İçinden “Amcamın elini öptükten sonra toplamaya devam ederiz.” diye geçirdi. Yarısı ham bunların dese kesin Müfret alınırdı. Hanımın canını sıkmaktansa, gerekirse ağaçların başına tırmanır, kendisi toplardı incirleri. Kısa bir süre sonra amcasının yanındaydılar.

“Selamünaleyküm büyük buba. Kolay gelsin. Bereketli olsun.

“Aleyküm selam Şenol efendi. Hoş geldiniz. Hanım kızım gelinimiz mi?”

“Evet büyük buba. İnciri ağacından toplayıp yemek istedi. Ben de Nazilli’den bi taksi kiraladım. İkimiz çıktık geldik. Budan Guca gitcez. Hepinizi evlerinizde ziyaret edeceğiz inşaallah.”

“Bizi de bekleriz. Hatça yengen pek merak edipduru kızımızı.”

“İlk önce nasipse size gelcez zaten.”

”Buyrun gelin. Bekliyoz.”

Büyük amcaları neden sonra Müfret’e döndü:

“Gızım hoş gelding baken. Bizim burları beğendin mi?”

Müfret büyük amcalarının sorusuna cevap vermeden elini öpüp hal hatır sormasının daha doğru bir şey olduğunu düşündüğünden hemen yanına gitti ve elini öptü.

“Selamün aleyküm amcacım, nasılsınız?”

“Aleykümselam. Hoş gelding gızım. Çok şükür iyiyim. Bahçe duvarlarının üstündeki gagıları hayvanlara yedireyim deken duvar muvar bırakmamışla. Sabahtan beri duvaları onarıyom. Siz gelmeden az önce bitidim. Şimdi de biraz yemiş toplayıp yavaş yavaş Guca doru gitcem.”

Bu defa konuşan Şenol’du:

“Büyük buba ağaçlada hiç incir yok. Toplayan mübarek hiç gelen olu diye düşünmemiş. Biz de hisse ayrımı yapmadan bulduğumuz olgun/yarı olgun ne vasa toplıcaz gari.”

“Adıng ne gızım. Trabzonlu muydun seng?”

“Evet Trabzonluyum. Adım da Müfret amcacım. İnciri ağacından koparıp yemek gerçekten çok güzel.”

“Gızım hamlarını yeme. Hem sen neden kabunu soymuyong? Kabuklu yeseng südü ağzını gabadı. O ağaçlada olgun incir görünmüyor. Gel bi bakalım, yediverende olgun incir var mı?” Müfret

“Geldim amcacım.” dedikten sonra büyük adımlarla amcalarının yanına vardı. Mustafendi amcası yediveren inciri dediği ağaçtan bir kiloya yakın incir toplamıştı. Bu ağaç yaklaşık iki metre boyundaydı ve alt üst dal fark etmez tepesi olgun incir doluydu. Müfret diğer ağaçlarda hiç incir yokken bu küçük ağaçta bu kadar olgun incir bulunmasına şaşırmıştı. Nedenini merak eden bakışlarla amcasına yöneldi. Bu konuda bildiği tek şey olgun incirlerin taşıma sırasında ezilip çirkinleşmeleriydi.

“Amcacım diğer ağaçlarda hiç olgun incir yokken bu ağaçtakileri neden toplamamışlar?”

“Gızım olgun incir sepetin içinde bile olsa hemen eziliveri. Ağaçtan toplandığı haliyle taşımak nerdeyse mümkün değildir. Bu sebeple olgun incir, hele hele yediverenin inciri hemen bozulduğundan satmak için toplanmaz.”

Müfret Mustafa amcasıyla konuşmaya başlayınca yanlarından ayrılan Şenol, yarım saat sonra ağzına kadar incir dolu bir sepetle geri geldi. Bu defa Müfret yanlarından ayrıldı ve incir toplayıp yemek için tek tek bütün ağaçlara gitti. Sözün kısası incirle karnını doyurdu.

“Amca bahçede hissesi olan herkesten helallik bekliyorum. Ben hakkımı helal ettim. Onlar da haklarını helal etsinler. Lütfen söyler misin?”

“Olum yemeklik toplarken hisse falan kimse bakmıyo. Geçenlede Fadimenig damadı Aliksan gelmiş incir topluyodu. Oysam Fadimenin Koca kırda hissesi yok ki.”

“Büyük buba sen gine de helal etmelerini söyleyive bi zahmet.”

“Tamam tamam sölerim.”

“Biz gidelim gari. Daha Gucakta urucamız yele va.” Bu defa Müfret amcasına seslendi:

“Amca haydi Allaha ısmarladık. Var mı bi diyeceğin.”

“Sağ ol gızım Allah razı olsun. Size hayırlı yolculuk.”

“Büyük bubam Alasmaladık. Hayırlı günle.”

“Sağ ol Şenol olum. Hayırlı yolculuk. Bubangile çok selam söle.”

“Alayküm selam amca. Sen de çok selam söle yengeme, Kemal abime, Ayşen ablama.”

Büyük amcalarıyla vedalaşan Müfret ve Şenol ellerinde incir sepetleri ağır adımlarla İzmir- Denizli devlet demir yoluna doğru ilerlediler.

“Allah’ın işine bak. Trabzon’ladan gel Gucak’da ağaçladan incir topla. Kırk yıl düşünsem aklıma gelmezdi. Allah nasip etti mi nele oluyo?”

Büyük babalarının yüksek sesle söylediği bu sözleri Şenol ve Müfret duymadı; onlar Demiryoluna çıkmışlar ve bir zamanlar kalabalıktan geçilmeyen, şimdilerde hiç kimselerin olmadığı kahvehaneye doğru ilerliyorlardı.

Hayri beyin silahlı çatışmayı göze alarak kazandığı parçanın hemen yanına park ettikleri kirli beyaz 1978 model Renault Thames’e doğru yürüdüler. Şenol bagajını açtı. Müfret de gelmişti. Önce kendi elindeki ardından hanımının elindeki sepeti aldı ve bagajın arkasına yerleştirdi. Devrilmesinler diye yedek lastiği ve alet edevat çantasını önlerine koydu ve bagaj kapağını örttü. Müfret’ baktı.

“Canım kullanmak ister misin?”

“Sen kullan dersen kullanırım.”

“Sen seversin arıba sürmeyi. Ondan sordum.”

“Hadi kullanayım o zaman.”

Müfret direksiyona geçti. Şenol da yanına oturdu. “Bismillah “ derken kontağı çevirdi. Vitese taktı ve gaz pedalına hafifçe dokundu. Araba hareket etti. Şenol uyarıda bulunmayı zorunlu gördüğünden,

“Müfret canım ikinci viteste gitsen iyi olur. Adım başı taş ve su karıkları var. Hızlı gidersen altına darbe gelebilir. Dikkatli ol .”

“Peki canım. Uyarın için teşekkür ederim.”

Yavaş yavaş İzmir- Denizli kara yoluna ulaştılar. Kuyucaklıların “süsyolu” dedikleri bu asfalt yola çıktılar ve Müfret hızlandı. Şenol yine uyarma ihtiyacı duydu.

“Canım az yavaşla. Birazdan sağa döncez, Kuyucağa doğru gitcez.”

“Yolun solundaki eski binanın karşısından mı sağa döncez?”

“Evet canım. Venedik kahvesinin karşısından sağa dönmen lazım. Yavaşla istersen. Az sonra döncez.“

Müfret yavaşladı, kavşağa gelince usta bir manevrayla sağa döndü ve az hızlanıp Kuyucağa doğru ilerledi. Demiryolu hemzemin geçidine gelince, bariyer inmemişti fakat yine de durdu. Sola ve peşinden sağa, tekrar sola baktı ve devam etti. Şenol açıklamalarına yeniden başladı.

“Müfret’cim solumuzdaki arsa beş kardeşin ortak malı. Biz buraya hamamlık diyoruz. Şimdi yok ama eskiden burada Roma hamam kalıntısı varmış.”

“Roma hamamı mı? Çok ilginç.”

“Babam anlatmıştı. Bahçeyi sürerken, sıcak soğuk künk paraları çıkarmış.”

“Künk ne ki?”

“Pişmiş topraktan yapılan borular. Hamama soğuk su getirmede ve sıcak suyu hamam içinde gerekli yerlere ulaştırmada bu borular kullanılmış.”

“Müteahhide verip neden ev sahibi olmuyorsunuz.”

“Arsanın güneyindeki demiryolu boyunca fay hattı var. Bu nedenle en fazla üç kata kadar inşaat yapılabiliyor. Müteahhitler kurtarmaz diyerek inşaat yapmak için arsayı devralmak istemiyorlar.”

“Çok para kazanamayacaklarından almıyorlardır.”

“Haklı olabilirsin. Bunu hiç düşünmemiştim.”

“Canım yine yavaşla istersen. Sağımızdaki kahvehanenin adı “Kanal Kahvesi”. Kahvenin kenarında sulama kanalı var. Ben yüzmeyi bu kanalda öğrendim. Kahveyi geçer geçmez yine sağa dönüp düz ilerleyeceğiz. Karşına çıkan musluktan akan suya “Yakup paşa suyu derler. Kuyucak Osmanlı döneminde çok su kıtlığı çekmiş.”

“Su ihtiyacını kuyulardan karşılarmış değil mi?”

“Evet o kadar çok kuyu varmış ki, bu kuyuların çokluğunu ifade etmek için “bu küçük kasabaya “Kuyuçok” derlermiş. Kuyucak adı da Kuyuçok’dan gelmiş diye söylerler.”

“Peki Yakup paşa suyu ne zaman Kuyucak’a gelmiş.?”

“Bildiğim kadarıyla Osmanlıların son dönemlerinde. Canım şu çeşmenin solundan devam eder misin?”

“Doğru yolda mıyım?

“Evet canım. Sağda bir girinti var. Oraya girer misin?”

“Girerim girmesine de burası neresi?”

“Canım burası Ali amcamların evi. Sana bahsettiğim benden beş yaş büyük olan en küçük amcamın.”

“Emine yengemin, Huriye’nin, Ali’nin ve Fatma’nın evleri değil mi?”

“Sen ne zaman öğrendin bunları?”

“O kadar çok anlattın ki, öğrenmemek mümkün değil. Ben arabayı şuraya park edeyim. Sonra amcamlara geçeriz.”

Müfret, bu irimin girişine arabayı park etti. Arabadan indiler ve orta büyüklükteki yol kapıya doğru ilerlediler. Şenol tekrar anlatmaya başlamıştı. Sağdaki bina ahırdı. Kaynatası hayvancılık yaparken ahırı onlar kullanmıştı. Ali dedesi ölünce miras olarak Şakibe halasına kalmıştı. Tokuç Ali’nin mütevazi hanayına girişte uzun yıllar kullanılan avlu kapısı artık kullanılmıyordu. Ali amcasının evine soldaki çift kanatlı kapıdan giriliyordu. Hanay Ali amcasına miras kalmıştı. Fakat önündeki avlu, aş damı, ardiye, ahır ve hela artık Şakibe halasınındı. İşte çift kanatlı demir kapının önündeydiler. Şenol bir yandan kapıyı yumrukluyor diğer yandan da yüksek sayılabilecek bir tonda,

“Yenge biz geldik. Şenol ben. Evde misiniz?”

Az sonra içerden bir kadın sesi duyuldu.

“Evdeyiz yengen evdeyiz. Buyrun, hoş geldingiz.”

Demir kapıdan hanaya doğru giden dar irimde bir süre yürüdüler. Karşılarına sol tarafta bir oda ve tam karşılarında da hanay çıkmıştı. Soldaki odadan kısa boylu, cıvıl cıvıl, kara kaşlı kara gözlü, her davranışına samimiyet hâkim olmuş, çilekeş bir Anadolu kadını çıkmış; acele ederek merdivenleri iniyordu. Yüzündeki gülücükler mütemadiyen artıyor ve bu haliyle gelen misafirlerinin gönlünde özel duygular oluşturuyordu.

“Ooo gelinimiz de gelmiş. Müfret hoş geldin yengem, sefalar getirdigiz.” derken öyle bir sarılışı vardı ki, sanki 40 yıllık dostlar birbirine sarılıyordu.

“Yengem dur sene bi bakayım. Gız sen ne gıda güzelsing böle. Allah övmüş de yaratmış. Şenol gızın hasını bulmuşsun yengem, çok şanslısın valla. Rabbim bi yastıkta kocamak nasip etsin sizleri inşallah.”

Derken bu oda kapısından şimdide, çocukluktan genç kızlığa geçiş sürecini yaşayan güzeller güzeli bir kız çocuğu, elinden tuttuğu, kara kaşlı kara gözlü, güleç yüzlü, Emine yengesine benzediğine göre onun küçük kızı Fatma olması gereken bir kız çocuğu ile çıktı. Merdivenleri indiler ve Müfret’e yaklaştılar. İlk yaptıkları her ikisi de Müfret’in elini öptü. Sonra sarıldılar. Bu arada Fatma Müfret’e dikkatli dikkatli bakarken,

“Anne Müfret yengemin kaşları Atatürk’ün kaşları gibi değil mi?” deyiverdi. Fatma’nın bu sözü hepsini de güldürdü. Şenol abileri Müfret’i kendine döndürüp baktı.

“Hakikaten Atatürk’ün kaşları gibi. Hayret bu zamana kadar hiç fark etmemişim.” derken, Müfret, Şenol istediği için hiç cımbız vurmadığı kaşlarının gözlerine yakın uçlarındaki hafif kalkık olanlarını eliyle düzeltmeye çalışıyordu.

Emine yengesinde nerdeyse üç saate yakın oturdular. Yengeleri ne pişireceğini, ne ikram edeceğini şaşırmış bir haldeydi. O mükemmel üstü hamaratlığı ile hemen sofrayı hazırladı. Öğle yemeğini yer sofrasında yediler. İkindiye doğru Ali amcaları geldi. Bir süre de onunla oturup muhabbet ettikten sonra izin istediler; Kadriye ve Şakibe halaları ile Hatice yengelerini ve tabi ki Kemal abisini ve Fatma yengesini evlerinde ziyaret etmek üzere evden ayrıldılar.

Kuyucak, evet küçük bir kasabaydı, Nazilli’nin yanında esamesi bile okunmazdı. Doğru. Fakat Şenol için çok önemliydi. Doğduğu, sokaklarında büyüdüğü, ilk orta ve lise öğrenimini gördüğü yerdi. Milli bayramlarda, birkaç kıtalık şiirlerle de olsa topluluklara ilk seslendiği Kuyucak parkı buradaydı. Henüz okumamış olsa da Sebahattin Ali’nin meşhur romanıyla ölümsüzleşen, Kuyucaklı Yusuf’un ayak izleri vardı bu topraklarda. Başkalarınca hiçbir özelliği yok diye değerlendirilse de burası Şenol için çok özeldi. Neden mi? Burası onun ana kucağı, baba ocağı memleketiydi. Hani bülbülü altın kafese koymuşlar da o yine de memleketim de memleketim demiş ya, işte o misal…

Şenol işte bu duygular içinde, Mescit sokağa açılan küçük kapıdan hanımıyla birlikte çıktı. Hayretle sokağa baktı. Deliler gibi futbol oynadıkları sokak bu olamazdı. Çünkü bu sokağın genişliği bir otomobilin zorla ilerleyebileceği kadar ya var ya yoktu. Sokağın sağında ve solundaki mevcut evlere ve bu evlerin bahçe duvarlarına baktı. Evet hepsi çocukluğundaki gibi yerli yerinde duruyordu. Büyük bubasının evine giden irim işte tam karşılarındaydı. İrimin solunda müezzin Halil hocanın, sağında Laz Ömer amcasının eski ve yeni yaptığı evi vardı. Yeni evin giriş kapısının sağındaki musluk kalıntısı, ilkokula gittiği yıllarda bile Yakup paşa suyunun aktığı tarihi musluğa aitti.

Biraz ilerleyince, dokuz yaşında göçtükleri ve 18 yaşına kadar yaşadığı evlerinin ahırını gördü. İşte yol ikiye ayrılmıştı. Soldaki yolun sağında kendi evlerine, solunda ise arkadaşı Mehmet Karakuş’ların evine ait bahçe duvarı mevcuttu. Giderek daha da darlaşan bu sokakta ilerleseler, solda Mehmet arkadaşlarının avlusuna açılan küçük, sonra kendi evlerin avlusuna açılan devasa ahşap kapı ve azıcık daha gitseler Üsenlerin Mesude ablası ile Dodurgalıların Halil abisinin evlerine ait, blok tuğladan inşa edilmiş duvarda mevcut tek kanat ahşap kapı ve iki kanat demir pencere önlerine çıkacaktı. Yol ayrımında durdu. Sağ eliyle Müfret’e evlerini gösterip, görmek isteyip istemediğini soracaktı. Ancak eli boşta değildi. Tıpkı Trabzon sokaklarındaki gibi Müfret’le el ele tutuşmuş gidiyorlardı. Her ikisi de bu hallerini öylesine kanıksamıştı ki, ne zaman ele ele tutuştuklarını bile hatırlamıyordu. Şenol hanımının elini biraz daha kuvvetlice sıkarken,

“Canım sol köşedeki ev benim çocukluk ve delikanlılık yıllarımın şahidi evimizdir. Görmek ister misin?” diye sordu.

Müfret bu soruyla bir anda, Şenol’un bir defa anlattığı ve bir daha da hiç bahsetmediği, lise arkadaşı Sevda’yı hatırladı. Sevdiği adamın tekrar o günlere dönmesini istemiyordu. Fakat bunu söyleyemezdi. Ama gayri ihtiyari “Görmek istemiyorum.” deyiverdi. Şenol hanımına baktı.

“Canım neden görmek istemiyorsun diye sormayacağım. Elbet vardır bir sebebi. Peki sağdaki sokaktan Kadriye halamın evine gidelim.” dedi ve el ele yürümeye devam ettiler. Mesafe zaten otuz metre bile yoktu. Nerdeyse bir dakika gibi kısa bir sürede halasının evine gelmişlerdi. Kuyucak’taki geleneksel evlerin, küçük de olsa önlerinde mutlaka bir avlusu vardı. Kadriye halasının evi su basmanı taştan, geriye kalan kısmı tuğladan inşa edilmiş, sadece giriş katı olan bir evdi.

Şenol çift kanat ahşap avlu kapısını yumruklarken yüksek sayılabilecek bir tonla,

“Hala benim ben Şenol.” diye bağırıyordu. Bir süre hiç ses gelmedi. Neden sonra kapı aralandı ve Kadriye halası kapıda göründü. Kadriye halası zorla yürüyordu. Sık sık geğiriyordu. Belli ki midesi hiç de iyi değildi.

“Hoş geldiniz olum. Hoş geldin gızım. Bu gelinimiz mi?”

“Evet hala gelinimiz.”

“Kapınıg önündemi oturalım. Yoksa içeriye mi geçelim?”

“Hava çok ıscak hala, dışada otıralım.”

“Gızım adıng ne sening?”

“Müfret halacım.”

“Ben böyle alangirli isimleden hiç anlımıyom. Benim gelinimin adı Emine. Kuran kursu hocası.”

“Burdaysa tanışalım.”

“Onla Nazilli’deler. Çetin Koca caminin anlacından bi ev aldı. Oda oturuyola gari.”

“Sen nasıl oldun hala. Medivenden düşmüşsün. Gelmiş geçmiş olsun. Kendingize hiç bakmıyosunguz. Anam da senin gibi. Yaşlandıngız gari. Bundan sona siz otucasıngız biz çalışcaz.”

“Hiç öle mi olu? Müfret aş damına bi bak bakalım. Nele va yicek.”

“Hala bizim ganımız tok. Sen yiceseng Müfret hazırlıvesing.”

“Ben az önce yedim olum. Ozman çay mı yapem, yoksa gorug şebeti mi verem?”

“Halam sen otur. Müfret yapar getiri hep barıba içeriz.”

Müfret Şenol’a baktı. Halalarının duyamayacağı gıda hafif bir sesle,

“Ben bu evin gızıyım halam. Sen hiç kendini yoma. Sen söle ben alı gelirim.” Şenol bu kinayeli söze şöyle bi baktı. Müfret belli ki, çok sıkılmıştı. Ayağa kalktı. Merdivenlerden ayakkabılarını aldı. Hızlıca giydi. Aş damına girmesiyle çıkması bir oldu. Yüzü bembeyazdı. Çok korktuğu her halinden belliydi. Acaba bu denli korkmasının sebebi neydi? Müfret yaşadığı korku nedeniyle titrek bir sesle,

“Canım içerde yılan var. Göz göze geldik. Hiç çekinmeden öylece bakıyordu. Çok korktum, çok.”

Kadriye halaları hemen söze girdi;

“Ha o ilan mı? O bizim evin bekçisi. O olmısa etraf sıçan kaynıcak.”

Müfret Kadriye halasının söylediklerinden bir şey anlamamıştı ve sormak da istemedi, neden böyle konuştuğunu. Bütün arzusu hemen bu evden çıkmak ve Şenol’un “tak tak” halam diye anlata anlata bitiremediği halalarına gitmekti. Hazır ayakkabılarını da giymişken bir an önce evden çıkmak istiyordu. Şenol karısının davranışlarından bunu anlayınca halasına döndü

“Hala, Şakibe halama, Hatice yengeme ve Kamil abimlere gideceğiz. Müsaaden var mı?

“Hiç bi şe yimedigiz olum. Bari bi ayran içsedingiz.”

Kadriye hala, Müfret’in ayakkabılarını çıkarmayışına bozulmuştu. Şenol halasını gönlünü almak istedi.

“Tamam halam bi ayran içelim. Biz sona çıkalım. Akşam olmıdan Nazilli’ye vasak iyi olcak. Garanlıkda arıba kullanmayı hiç sevmiyom.”

Müfret elinde eski bir tepsi, üstünde üç bardak ayranla aş damının kapısında göründü.

“Buyur halacım. Sen de buyur hayatım.”

“Allah ırazı osung gızım. Hayırlı evlatlarıngız olu inşallah.”

“Amin halacım. Sen bize hep dua edive gari. Müfret canım kupuları hemen yıka. Geç galmıdan çıkalım gari.”

“Peki canım, az sonra hazır olurum.”

Çok geçmedi Müfret geldi. Hemen halasının elini öptü. Ardında da Şenol. Hızla ayakkabılarını giydiler.

“Hala sen hiç kalkma biz gideriz. Hadi Allahısmarladık.”

“Güle güle yavrularım. Bunu saymıyom. Bi da sabahtan gelin, oturalım. Olmaz mı ?”

“İnşaallah halacım. Ali Çetin’e çok selam.”

“Aleyküm selam yavrum. Yolunguz bahtıgız açık olsun.”

Müfret, Şenol halasıyla vedalaşırken avlu kapısının kilidini açmaya çalışıyordu. Fakat yerden göğüs hizası kadar yukarıdaki kilidin açılmaya hiç niyeti yoktu. Fakat açmaya çalışan, en az Yörükler kadar inadıyla meşhur Trabzonluydu. Kilit herhalde bunu fark etmiş olmalı ki, biraz uğraşınca açılıverdi. Şenol kapıyı kendisine doğru çekti. Önce Müfret sonra da kendisi sokağa çıktılar. Güney yönünde en fazla on adım attılar ve sola döndüler. Bu sokak, dik giderlerse çıkmaz sokaktı. Kadriye halasının evini sol taraflarına alıp başladılar yürümeye.

Kadriye halasının tuğla duvarlı evi bitmiş şimdi Sırmalılardan Şakibe halasınn kaynı Aydın abisinin evini geçiyorlardı. Aydın abisinin evini geçtiler ve şimdi uçuk mavi boyalı tek kanat ahşap kapının önündeydiler. Kapıyı çalarken Şenol seslendi:

“Hala Şenol ben evde misiniz?”

“Şenol efendi olum evdeyiz evdeyiz. Kapı kilitli değil. Açıng geling. Buyrung”

Şenol kapıyı açtı. Önce Müfret sonra kendisi avluya girdiler. Kapının hemen solunda tuvalet vardı. Şenol sıkıştığını hissetti.

“Canım ben tuvalete gircem. Sen eve doğru git. Şakibe halamı çok sevcen. Sen sohbete başla ben gelirim.”

Şenol kabız olmuştu. Mecburen biraz bekledi. Acaba hanımı nasıl karşılanmıştı? Sessizliği nasıl anlamalıydı? Merak etmeye başlamıştı ki, daha fazla sabredemedi. Hemen tuvaletten çıktı. Bir çeşme olmalıydı. Fakat neden göremiyordu? Eve doğru ilerlerken baktı. Evet bu çeşme bildiği çeşme değildi, fakat ellerini yıkayabilirdi. Öyle de yaptı. Ellerini kurulamak için peşkir bakarken Melahat ablası elinde peşkirle geldi.

“Şenol ablam hoş geldin. Ne kadar tatlı hanımın var. Sanki yılardır bizi tanıyo gibi. Ne gıda sıcak kanlı maşallah.”

“Abla Müfret çok iyidir sağ olsun. Sevdigiz mi?”

”Çok sevdik çok. Hele halang Müfret diyo başka bişey demiyo.”

………………………………. O ……………………………….

Evet Kuyucak’ta akşam oluyordu ve Şenol’un herşeyi olmuş Trabzonlu gelin, kocasının memleketindeki bu ilk gününde bile, yıllardır burada yaşıyor ve kocasının akrabalarıyla çok öncelerden tanışıyormuş gibiydi. Tokuçlar sülalesine çok çabuk ısındı. Almadan vermek Allah’a mahsus demişler, doğru amma, Karadeniz insanı, yaşadığı bölgenin doğasından kaynaklanan sebeplerle olsa gerek, maalesef verdiğinin çok azını alarak yaşamak zorundaydı. Yöre insanı, bu durumu o kadar çok içselleştirmiş ki, sanki eli ve gönlü açık olmak onların irsi özelliği haline gelmişti. Karadeniz’in tipik insanları Mehmet ve Emine’nin huyu güzel, kendi güzel, Şenol’un kıymetli zümrüdü ankası Müfret de gönülden veren ve karşısındakinden güleryüz dışında bir şey beklemeyen karakteriyle çok kısa zamanda hem kayınpederinin ailesi Tokuçlar, hem de kaynanasının ailesi Bahriler tarafından çok sevildi. Çok geçmeyecek, Trabzon’dan Kuyucak’a gelen ilk gelin olduğundan, herkesin TRABZONLU GELİN diye bildiği Müfret, ilk çocukları Yunus Emre henüz bir yaşını doldurmamışken, sadece akraba ve hısımlarının değil, mahalle komşularının bile BİZİM MÜFRET’i olacaktı.

Evet onun ismi Müfrett’ti. Müfret Arapça bir kelimeydi ve Tükçe’si “tek” demekti.

Müfret, Kuyucaklı Şenol’un gözünde ve gönlünde tek oldu ve tek yastıkta kocadılar. Şimdilerde Rablerinden niyazları, bu fani dünyada tek başlarına kalmamak. Görelim Mevla neyler. Neylerse güzel eyler…