Bazı kelimeler lügat itibariyle aynı manaya gelebilirler. Bütün dillerdeki anlamı bir olabilir. Ancak, bu kelimelerin neşet ettiği topraklar, yoğrulduğu kültür, gelenek, tarih, din gibi aslî unsurların tesiriyle milletlerin kullandığı mefhumların (kavramların) ihtiva ettiği derin anlam farlılıkları vardır. Hususiyle bu kelimelerin etki sahası bir milletin kaderini alâkadar eden mefhumlar ise ehemmiyeti daha da ziyadeleşmektedir. Bu sebepten dolayı bizdeki tasfiyeciliğin asıl maksatlarından biri de kelimelerin, kavramların ruhunu yok ederek “yenileşme” çabası içinde olunmasıdır. Binaenaleyh, kendini tanımayan, tarifi mümkün olmayan ve içinden çıkılmaz bir halde yıllarca debelendiğimiz yerde durmaktayız. Millet ve milliyetçilik ile ulus ve ulusçuluk mefhumları da ruhları yok edilmiş kelimelere misaldirler. Bu kelimelere atfedilen manalar aynı zamanda bir medeniyete bakışı ve o medeniyetin tarihini, edebiyatını, kültürünü, an’anesini, dini vasfını aksettirir. Bu kavramlarda hep ideolojik bakış açısı var olmuştur. Değerlerimize, oryantalist fikrin elbisesi giydirilerek toplum mühendisliği yapılmıştır. Özellikle Batı pozitivizminin tesiriyle zihinlerdeki bulanıklık, aydınımızda fazlasıyla şümullenmiştir. Geleceği tayin edecek beyinlerin bu fikriyatla teçhiz edilmesi yüzünden, kendi meselelerimize Batı’nın gözünden bakılmasına yol açılmıştır. Tabiatıyla, zamanla içi boşaltılan, tarihin imbiğinden tevarüs ederek bize gelen mefhumlarımız bir bir elimizden kayıp gitmiştir. Lisanımızı meydana getiren kelimeler, İslâm dininin ve kadim geçmişimizin kültürüyle yoğrulmuş, ceset ve ruh teşekkül ettirilerek milletimize mal olmuştur. Bu sebeple bizde bir kelime zorlayıcı bir telâkkî ile değil; cemiyetin kültüründen, geleneklerinden, dininden, âdet ve göreneklerinden süzgecinden geçerek halk nazarında kabul görür ise bu takdirde müşterek ve kalıcı hale gelir. İmdi, hal böyle iken, 1789 Fransız İhtilâlı ile neşvünemâ bulan, işbu asabiyete dönüş fikriyle hareket eden aydınlarımız, meseleye bu açıdan baktıkları için ulusçuluğun hâkim fikir olduğunu ve “Türk ulusunun” ve “ulusçuluğunun” mümkün olabileceğini on yıllardır dile getirmişlerdir. Bu fikri kalıplar aynen devam etmektedir. Membaını pozitivizmden alan şarkiyatçıların tilmizlerine göre ulusçuluk daha evvelden yok idi ve ulusçuluk, malum ihtilalle gün yüzüne çıkmıştır. Türk aydınında da kendi ırkının önplâna çıkarılması fikri hâkim olmuştur. Bu düşünceye iten temel sebep ise Türk devletinin istikbal ve istiklalinin ancak kendi kavmiyle mümkün olabileceği fikridir. Dolayısıyla mezkür fikre sahip aydın kesimi batıdan aldıkları “nasyonal” kelimesini ulus, “nasyonalizm” mefhumuna da ulusçululuk elbisesini giydirerek meseleyi asli merkezinden sapmasına sebep olmuşlardır. Ulus ve ulusçuluk seküler bir kavramdır. La-dinidir. Kökü yoktur ve tarihî bir geçmişi olmamıştır. Şimdiye kadar olmayan böyle fikirler bir anda ortaya çıkmıştır. Bu yüzden bahsi geçen fikriyattan şu anlaşılmaktadır: Müslüman-Türk milletinin tarihi yoktur. Bin yıllık İslâm-Türk tarihi ve beş bin yıllık Türk tarihinin olması mümkün değildir. Ulusalcıların ve ulusçuların fikrine göre asıl unsurlar, şunlardan müteşekkildir: Bu mefhumların tarihî zemini yoktur. Dinî, harsî, an’anevî boyutu bulunmamaktadır. Müşterek değerlerden şekillenen bir maziye sahip değildir. İçi boş, dışı modernizm ile şekillendirilmiş, milletimizin hiçbir meselesine cevap verebilecek teçhizata (donanım) sahip değildir. Tabandan değil, tavandan; yani otoriter bir zihniyetin tahakkümü ile millete mal edilmeye çalışılan mefhumlar bütünüdür. Ulusçuluk, bizim milletimizle hemhal olmamıştır ve olmayacaktır. Aslını red eden bir zihniyetten, gelecek tasavvur ve inşa etmek imkânsızdır. Ve bundan sonra da olması mümkün değildir. Hâkim “izm”in tahakkümü, belki biraz daha zorlayıcılığını devam ettirebilir; ancak, ruhsuz bir cesedin fayda vermeyeceği de aşikârdır (2004).