Yeni bir Türkiye’nin gelecek ufku yeni yetme bir devlet felsefesiyle mümkün değildir. Kökleri derinde, çelik çekirdek bir tecrübe ve telâkkînin medeniyet perspektifiyle Yeni Türkiye inşa edilebilir. Bu inşa ve ihya hareketi ithal ve taklit sistemden âzâde kılınmalıdır. Asr-ı saadet devri haricinde başka bir “ideoloji” ya da “ideoloji” haline dönüştürülmüş inanç merkezli “modern reform” hareketiyle peydahlanmış “çevre” İslamcılık gibi bir takım kendine münhasır taklitler Yeni Türkiye inşasında ana kaynak olamaz. Olursa, iki medeniyetin bileşkesi bin yıllık Müslüman Türk Medeniyetini inkâr anlamına gelir. Bir tarafta demir teknolojisini elinde bulunduran devasa Türk Medeniyeti; diğer tarafta ona ruh veren, içinde eriten ve hakiki mânâda medenileştiren İslam’ın bahşettiği derin ve çelik tecrübeyi yok saymak Sünnetullah’a muhalif bir anlayıştır. Bu hususla alâkalı Peygamber Efendimizin (sav) Cahiliye Devri adetlerine bakışı mutlaka incelenmelidir.
***
Bir milletin medeniyet inşasındaki en büyük amil, değişimi gerçekleştirmesidir. Mevcut hâlin devamından yana olan; bulunduğu şartların korunmasına yönelik zihnî ve fiilî durum tespiti yaparak hareketsiz kalan milletlerin ileriye dönük gayelerinin olması muhaldir. Değişime direnmek, tekâmüle set çekmek demektir. Tekâmülün engellenmesi ise bir milletin, dolayısıyla bir medeniyetin geri kalmasına su taşınmış olunur. Böyle bir düşünceden hareketle yönetilen toplumlar; güdülen cemiyetler olarak temayüz ederler. Mukavemetin bu denli kuvvetli olduğu cemiyetlere refah ve huzurun gelmesi çok zordur. Huzur ve refaha erişememiş cemiyetin fertleri ise kendi dışındaki her şeye kapalıdırlar ve en ufak bir kıpırdanmaya sert tepkiler verirler. Tedhişçilik, böyle halkların müracaat edecekleri yegâne güçtür. Tekâmül edememiş milletler (toplum) iktisadi, sosyal, kültürel ve yönetim açısından zamanın dışında bir anlayışa sahiptirler. Bu milletler geri kalmışlık saikiyle aksül amelde bulunacaklardır. Böyle kişilerden teşekkül etmiş, yani ruhi yönden tatmin olamamış; maddî açıdan da ihtiyacı olan insanlar yığınından hoş olmayan işlere tevessül edenler türeyeceklerdir.
Meseleye, zamana mukavemet göstermek zaviyesinde bakıldığında değişimi engelleyici bakış açısını sergilemiş oluruz. Zikrettiğimiz hususlar beynelmilel bir toplumun umumi resmidir. Ancak, günümüzde muhafazakârlığı değerlendirmeye tabi tutarken “Batı” odaklı bir teşhisle meseleye yaklaşıldığı için fikri vasatın şirazesi kaçmış oluyor.
Muhafazakârlık ve Değişimi hastalıklı bir medeniyet tasavvurundan beklemek, “Modernizm”in tuzağına düşmektir. Zihniyet inkılabı ithal ve devşirmeci bir sistemle değişimi hayata geçirmediği gibi kaba softa bir muhafazakârlığı da beraberinde getirecektir. Yeni bir medeniyet inşa ve ihya iddiasında bulunmak, ayakları yere basan petrol zengini ithal mezhebî cereyanlardan ırak; gerçek mânâda yayın kirişini elinde tutan ve çekebildiği kadar gereye çeken (tarihi derinlik); bıraktığında kendi medeniyet değerlerini ileriye fırlatan (İlâyı kelimetullah: “Yâ Rabbi! Önüme şu deniz çıkmamış olsaydı senin adını götürülebilecek en uzak mekanlara ve insanlara ulaştırırdım” ülküsü) bir mefkure Muhafazakar Değişimin hazırlayan bir medeniyet tasavvurudur.
Taassup derecesindeki korumacı anlayıştan ve soysuzlaşmacı değişmeden asıl olan kendi tekâmülümüze dönersek; meseleye bakış açımızın mahalliyattan umumiyete atf-ı nazar olacaktır. Bizim değişime bakışımız batının geçtiği safhalardaki muhafazakârlığın direnme noktasından olursa hatalı tarafta kürek çekmekle meşgulüz demektir. Batı’nın muhafazakârlığa red gözüyle muhalefet etmesi tabiidir. Batı’nın kendi değerlerine orta çağ karanlığı darbe vurduğundan muhafazakârlığa edna telakkisiyle yaklaşması kaçınılmazdır. Dikkat edildiğinde Rönesansla başlayan Reformasyonla devam eden muhafazakârlık karşıtı gelişmenin sonucu Batı’ya çıkış imkânı tanımıştır. Zaten serbest düşünce adı altında yeni gelişmelerin bütün Avrupa’yı kaplaması kendiliğinden oluşmuştur. Burada muhafazakârlıktan veya muhafazakârlığın erdemliğinden bahse konu olacak bir gelişmeden söz edilemez. Hak ve hakikatten, âdil bir sitemden; hazmedilmiş sahih gelenek gayr-i kabildir. Her gelişmenin önündeki Kilise’nin bağnazca tutumu, Batı insanını ikilem arasında bırakmıştır. Din mi dinsizlik mi? Kilisenin ruhani yapısını korumak mı? Yoksa insanları maddi ihtiyaçlarına çare mi olmak? Din ile dinsizlik ya da bundan neşet eden laiklik/ sekülerlik ile Hıristiyan ruhaniliği gibi bir çelişki içerisindeki tahterevallinin salınımları çözümsüzlükte baş amil olmuştur. İşte bundan dolayı Batı muhafazakârlığındaki mukavemet geri dönüşe işaret olduğundan; Aydınlanmacı felsefenin hâkimiyetine dört elle sarılmıştır. Dikkat buyurulursa laiklik veya sekülerliğe teşne bir toplumun varacağı noktanın yeni deryalara yelken açmasından başka ne olabil ki? Bu meyanda bile yani din dışılıkta ayrışmalar kendini göstermiştir. Katı bir anlayışla Fransız laikliği dini kıymetleri temelden dışlamıştır. Keskin sınırlar çizerek vur demenin öldür anlamına geldiğini fiili olarak ispat etmiştir. Bundan biraz daha ehven görünen Anglosaksonların seküler anlayışıdır ki, biraz daha müsamahalı, katı yaklaşımdan ziyade hoşgörülüsü olan din dışılık kendini göstermiştir. Böyle bir yerde vücut bulacak hâkim fikirler elbette ki muhafazakârlığa çok farklı bakacakları aşikârdır.
Refah-Huzur cemiyetinin inşasının temelinde Batı’dan farklı muhafazakârlık anlayışının olacağı aşikârdır. Batının seküler bakış açısı, tecrübeye dayalı metafiziği red eden rasyonalizminin “Ana Kaynak”a atıfta bulunması düşünülemez.
Hâsılı Yeni Türkiye'nin Gelecek Ufku’nda muhafazakârlığa bakış nasıl olması icap eder? Külliyen red mi yoksa sentezden mütevellit bir tekâmül mü müspet neticeler verecektir? Muhafazakârlığı cemiyet olarak nasıl algılamalıyız? İyi-köyü, güzel-çirkin, tahrif olmuş-olmamış; nasıl bakacağız? Bunu tetkik etmekte büyük faydalar vardır. Ancak, bu takdirde Muhafazakâr Değişim’e fikrî ve ameli taban oluştururuz.