Hürriyet’ten Hande Fırat’ın şu tespit ve eleştirisi, öğretmenlerin sorumluluklarına vurgu açısından önem arz ediyor.
Şöyle diyor Hande Fırat:
“17 yaşındaki gençte akıl sağlığı açısından ciddi bir hastalık olduğu yönünde bir bilgi yok. Buradan hareketle 17 yaşındaki bir genç ve etrafında “Arkadaşım ne yapıyorsun?” demeyen diğer gençlerin nefreti, cehaleti, ahlak eksikliği nereden kaynaklanıyor? Kimse kusura bakmasın! Öğretmenden okul yönetimine, ailelerden yetkililere bu konu üzerinde herkes oturup bir düşünsün. Eğer gençlere tarih, saygı, sevgi, ahlak öğretemiyorsak, burada çok büyük bir sorun vardır. O sınıflarda, ellerinde o cep telefonlarıyla, bu kadar rahat kimler sayesinde bulunuyorlar, önce bunu bir öğrenmeleri gerekiyor. Sonra da “ahlak, saygı” kelimelerinin anlamlarını ve bu iki kavramı hayatlarına nasıl yerleştireceklerini...”(Hürriyet,22.09.2023).
*
Merhum Nurettin Topçu, “ Türkiye’nin Maarif Davası’ adlı eserinde bir muallim ya da öğretmen nasıl olmalı, sorumlulukları nedir ve mesuliyetlerine müdrik olamayanların hangi olumsuz sonuçlara sebep olacağını ifade etmiştir. Ve şöyle izah demiştir:
Milletimizin ruhi temellerinden olan İslam’da Peygamber ilk muallimdi. Öğreten o, inandıran o, yürüten o idi. Devlet ve mektep işlerini birleştirmiş devleti mektep haline getirmişti. Sonraki devirlerde bu ikisi ayrılmakla beraber birbirlerine sımsıkı temas halini muhafaza ettiler ve devlet adamı muallimin emrinde bulunduğu müddetçe cemaat ikbal halinde yaşadı. Muallim, devlet adamının bendesi olduğu zaman cemaat bozuldu, felaket baş gösterdi.
Kur’an’la hadisin ebedi muallimliğinde bunları yükseltmekten başka emelleri olmayan Ömerlerin devrinde İslam âlemi en mesut devirlerini yaşadı. İmam-ı Azam gibi muallimleri kırbaçlatarak zindanlarda öldüren ve ilmin üstünde korkunç bir devlet tahakkümü yaşatan Abbasiler eğer Osman oğulları tarih sahnesine çıkmasaydı, ahlakın ve ilmin hamisi olan İslam medeniyetine son vereceklerdi.
Bizim bütün tarihimiz, muallimin yükseltildiği devirlerde şan ve şerefle medeniyet ve ahlakın zirvelerin tırmanmış, muallimin alçaltıldığı dönemlerde ise uçurumlara yuvarlanmıştır. Muallimin alçaltılması, onun devlet emrinde bir bende haline getirilmesiyle başlar.
Her şeyden evvel muallim, hayatımızın sahibi olmaktan ziyade sanatkârıdır. Kullanıcısı değil, yapıcısıdır. Seyircisi değil, aktörüdür. O, en doğru, en güzel hayat örneğini yapar hazırlar bize sunar; biz yaşarız.
Muallim, geçeceği yol bütün engellerle örtülü olduğu halde buna tahammül etmesini bilen, tahammül etmesini seven idealdir.
Muallimlik sevgi işidir, ruh sevgisidir. Ruhun ulvi olan isteklerine nefsinden her şeyi feda eden sevginin ferdi ulaştırdığı örnek insan mertebesidir. Muallim, hepimizin her an muhtaç olduğu doktordur. İman ve anlayış vasıtaları ile bizi tedavi eder. Ruhlarımıza sunar ve hakikat âleminden haberler verir. Tehdit ve dayakla öğretmek, muallimin işi değildir.
Ruhumuza aşılar yapan doktor olarak muallim, ruh dünyamızın hem duygu, hem bilgi, hem de irade bölgelerinde tedavisini ve aşılarını yapmaya mecburdur.
Görülüyor ki muallim, bizim bütün ruh yapımızın ustasıdır. Böyle olunca da ondaki sakatlıkların hepsinden mesuldür. Eğer çocuklar büyüklerden daha kurnaz, yaşlılarsa çocuklardan daha ümitsiz bir hayatın kurbanı haline gelmişse…
Eğer bir toplumda alış veriş pazarlıkla yapılıyorsa, çocuklar birbirlerini yumrukluyor, her biri birer baba olan büyükler birbirlerinden rüşvet alıyorlarsa…
İnananların imanına inanmayanlar saldırıyor ve inananlar da birbirlerinden intikam alıyorsa, eğer fazilet tarih kitaplarında bir efsane diye okunuyor ve ancak en büyük lokmayı kazanmasını bilen insan yüceltiliyorsa,
mazlumların yanında onların gözyaşlarını kurulayan da bulunmadığı halde zalimler alkıştan sağırlaşmış hale geliyorsa...
İşte orada muallim vazifesini yapamamıştır. Orada muallim yok demektir. Ve o diyarda muallimlik iflas etmiştir.
*
Vazife şuuruna sahip öğretmenlere selam olsun.