Münakaşa ve mücadele değil; müzakere ve müşavere edilmelidir. Ana asken bu şekilde tesis edilirse rehber niteliğindeki istişarî eleştiri faydadan hali olmaz. Millet olarak her şeyi biliriz! Dini veya dünyevî bütün meselelere vâkıfızdır..! Dolayısıyla hemen münakaşaya girişiriz. Velhasıl bilmiş cahillerdeniz. Malumatfuruşluğumuz had safhadadır. Hâlbuki insan, bildikçe cahilleşir. Merdivenleri çıktıkça hâlâ ilk merdivende olduğunun idraki içerisindedir. Sorulan suallerin cevaplarını bilen insan “ bilmiyorum” demesi erdemliğini gösterir. Medeniyet anlayışımız münakaşayı ve mücadeleyi değil; müzakere ve müşavereyi esas alır. Münakaşa ve mücadelede muhalif olma durumu mevzubahistir. Hususiyle, İtikâd (inanç) meselelerinde münâkaşa ve mücâdele etmek, dînimizce yasaklanmıştır. Münâkaşa edenler, birbirlerine ‘sen bilmiyorsun’ diye eziyet ederler. Kendisini çok ilim sahibi olarak muhatabından üstün tutmuş olur. Münâkaşanın hiçbir faydası yoktur. Sizinle tartışan adam laf anlayacak cinsten olmayınca sizi de bilginizi de yorar. İlmî yaklaşımınıza hakaret eder. Alt yapısı olmayan bir kişinin dini münakaşası da küfre götürür. Münakaşa edenin akılsızlığı, muhatabına eziyet eder. Binaenaleyh, münakaşa ve mücadelenin neticesi, hased ve düşmanlıktır. Resûlullâh Efendimiz (sav): “Haklı olduğu halde münâkaşayı terkedene cennetin yücesinden bir köşk verileceğine kefîlim” buyurmuşlardır. İmam Gazalî (rh)hazretleri, Bidâyetü’l-Hidâye adlı eserinde şöyle demektedir: “Akıllı kişi şeytanın hilesine aldanmamalıdır. Çünkü şeytan sana “Hakkı ortaya çıkar, kimseye aldırma” der. Hâlbuki aslında o düşmanlık ve hasede sebep olur. Şeytan çok kimseleri böyle hayır göstererek şerre götürür. Şeytanın maskarası olmaktan sakınmalıdır. Senin bir hayrı ortaya çıkarman onu kabul edecek kimseler bulunduğunda güzeldir. Bu da ancak ikaz edeceğin kişiye münâkaşa yoluyla değil gizlice ve nasihat yoluyla olmalıdır. Nasîhatın da bir usulü, yolu ve âdâbı vardır. Muhataba yumuşaklık göstermek lâzımdır. Değilse muhâtabı rezil etmek için yapılmış olur ki bunun ortaya çıkaracağı kötülük iyiliğinden fazla olur.” Konumuza değerli bir mütefekkirimizden iktibas ile devam edelim: “ Bugün cârî olan Türkçe’de maalesef yerli yerine oturmayan bir kavramdır bu. Elimizde iki kelime var. Bunlar görüşme ve tartışma. Hâlbuki eski Türkçe’de münâkaşa, müzâkere ve münâzara olarak üçlü bir ayırımın olduğunu biliyoruz. Hepsine tartışma deyip geçiyoruz. Zorluk ve maharet, münâkaşa ve münâzaraları müzâkereye dönüştürebilmekte yatar. Her münâkaşa ve onun ilk elden tornadan geçirilmiş hâli olan münâzaralar herhangi bir çözüm peşinde değildir. Bunlarda dayatma esastır. Taraflar mutlak olarak diğerini eksiltmeyi esas alır. Müzâkerelerde ise gâye bir meseleyi çözüme kavuşturmaktır. Yâni, tabiî ki derece derecedir ama gerek münâkaşa gerek münâzaralarda bu yolda bir hüsnüniyet bulmak zordur. Müzâkerelerde ise bu olmak zorundadır. Burada taraflar karşılıklı olarak eksilmeyi göze alırlar. Tornası olmayan münâkaşalardan, kaba tornalı münâzaralara, oradan da çok sayıda ince tornayı gerektiren müzâkerelere geçiş bir olgunlaşmayı gerektirir. Bu aynı zamanda medenî bir örüntüdür. Müzâkerelerde dayatma olamaz. Taraflar meseleyi önlerine koyarlar. Yâni meseleyi, yakıcı bir sûrette içinden değil, görece uzağından konuşurlar. Sâdece kendi tezlerini ortaya koymak ve karşı tarafı dinlemekle yetinmezler, müşterek bir gayretle meseleyi çözmek için gayret sarf ederler. Münâkaşa ve münâzara etmenin mesele çözmeyeceğinin; devâm ettirilmesinin ise taraflara yıkım getireceğinin ortak bir algı ve bilinç doğurduğu durumlarda müzâkerenin kapıları açılabilir. Müzâkereleri târihî bir imkân olarak devreye sokan yüce ruhluluk değil, bir mecbûriyettir. Birbirine yakın güçlerde olan tarafların, kan dâvâlarında olduğu gibi, çatışarak birbirlerini telef etmekten başka bir netice elde edemeyeceklerini; aracı, üstün bir gücün yokluğunu kavradıkları anda müzâkere yoluna girebileceklerini düşünebiliriz.” (Prof. Dr. Süleyman Seyfi Öğün, /https://www.yenisafak.com/yazarlar/suleyman-seyfi-ogun/ muzkereler-uzerine-2064870). Netice itibariyle, Medeniyet telakkimizin gereğini yerine getirerek hayata bakmalıyız. Kimseyi münakaşa, münazara ve mücadele ile ezmeden, iştişare eleştirinin/tenkidinin gereğini yapmalıyız. Bizim, düşmana değil; dosta ihtiyacımız var. Müslüman, davet edicidir; öteleyici değil. Kindarlığın temeli ise mücadele ve münakaşadır. Çekişmedir. Mekke Ruhu ile cemiyete ve cemaata yönelmemiz; huzur ve barışın temeli olacaktır. İnsanların birbirleriyle mücadele ve münakaşasının kindarlığa dönüşmesi, Türkiye’yi çıkmaza sokmaktadır. Bunundan kurtulmanın yegâne yolu: İstişari tenkid temelli müzakereci ve müşâvereci aklı tesis etmektir. Başkaca çıkar yol yoktur. İstişari eleştiri ya da tenkidi esas alan bir müşavere ve müzakerenin tesis edilmesi ümidiyle…