Bu hakikat, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Huzur romanındaki kahramanlar marifetiyle yüzümüze çarpılmaktadır. Romanda dönemin belirli bir dünya görüşüne sahip olamamış aydınlarının, daha açık ifadeyle toplumun ikilem içindeki huzursuzlukları dillendirilmektedir. Yozlaşmanın ve çürümüşlüğün; dolayısıyla içtima çözülmenin hangi boyutlarda olduğunu göstermesi açısından ehemmiyet arz etmektedir. Sosyal dönüşümün yaşandığı o zamanlardaki aklı karışıklık, günümüzde berraklaşmış vaziyettedir. Yani, seküler Müslüman tipi ortaya çıkmıştır. Akşam viskisini yudumlayıp, cumaları kaçırmayan Müslüman örneği.
Sekülerleşmenin bir toplumu hâkim uygarlık karşısında nasıl “ezikliğe” mahkûm ettiğini göstermesi açısından şu iktibas/alıntı önemlidir:
“Emin Dede maddesinde ve medeniyetinde gizli bir adamdı. Bu kadar büyük bir sanatkârda, her hangi bir sanatkârane edayı, şahsiyetini bir uca taşımış, orada kendi içi fırtınalarıyla yaşamış olmanın verebileceği bir değişikliği aramak beyhude idi. Daha ziyade aynı sahile çarpan bir yığın dalganın asırlar boyunca yaladığı, yuttuğu, bütün kenarlarını sildiği hususiyetlerini giderdiği bir çakıl taşına benziyordu; her hangi bir kumsalda gezerken binlercesini gördüğümüz o yuvarlak ve sert çakıllardan biri! Hatta aramızdan el ayak çekmiş bir âlemin son ışıklarını muhafaza ettiğini, bir nevi zengin hazinedarı olduğunu dahi göstermiyordu. Tevazuu içinde hayatımızdaki bu değişikliğin, kendisini ve sanatını muhteşem bir harabe yahut güneş batması gibi bir şey yapan üst üste inkârların bile farkında olmadan, herkese karşı dost ve eşitti.
Ve Mümtaz onun şimdi evinin bahçesinde, sonbahar güneşi altında, siyah elbisesi içinde ve herhangi bir insan gibi oturuşunu seyrederken öbür âlemin o kadar sevdiği ustalarını, Emin Dede’nin varlığında haberdar bile olmadığı ruh iklimlerini yaratanları farkında olmadan düşündü.
Bir Beethoven, bir Wagner, bir Debussy, bir Listz, bir Borodine bu gördüğü edebiyat yıldızından ne kadar ayrı insanlardı. Onların çılgın hiddet ve kinleri, bütün hayatı kendisi için hazırlanmış bir sofra zanneden iştahları ve bunları tek başına yüklenebilmek için imkânsız bir Atlas gayretiyle gerilmiş guruları, hiç olmazsa şahsiyetlerini değişik planda göz önüne koyan bir yığın nazariyeleri, garabetleri, yumuşaklığı bile etrafındaki her şeye bir aslanpençesi gibi geçen mizaçları vardı. Hâlbuki bu şöhretsiz dervişin hayatı üst üste kendi şahsını inkârdan ibaretti.
Bu inkârlar, mutlaka beslenen bir aşkta ve hayatın umumi gürültüsü içinde bu çifte kaybolma kararı sadece Nuri Bey’e ait bir şey değildi. Bu kendi iradesiyle yahut medeniyetinin terbiyesiyle silinmiş çehreyi sonsuz itişlerle geriye doğru götürerek ondan bir Aziz Dede, bir Zekai Dede, bir İsmail Dede, bir Hafız Post, bir Itri, bir Sadullah Ağa, bir Basmacızade, bir Kömürcü Hafız, bir Murat Ağa, hatta bir Abdülkadir-i Meragi, hülasa bizim tarafımızı, belki en zengin his tarafımızı yapan insanların hepsini çıkarmak mümkündü. Onlar bir kile buğdayın içinde tek bir tane olarak yaşamayı seven insanlardı. Hiçbir azdırıcı ile kendilerini çıldırtmamışlar, saf bir idealin etrafında, içlerindeki hayatın henüz uyanmamış mahmur günlerinden yığın yığın baharlar açmakla kalmışlar, sanatlarını bir benliğin behemehâl ikrar vasıtası olarak değil, büyük bütünde kaybolmanın tek yolu tanımışlardı. İşin garibi muasırları da bunu böyle görmüşlerdi.”
Günümüzdeki kompleksli aydın tipini tarif etmiş değil mi?
Fark var mı?