Sanayi Devrimi’nden günümüze hızla artış gösteren nüfus ve kentleşme dünya sistemine gelişme anlamında bir ivme kazandırmış olsa da uzun yıllar göz ardı edilen birtakım çevresel sorunlarını da beraberinde getirmiştir. Sanayileşme ve kentleşme etkisiyle artan fosil yakıt kullanımı ve enerji üretim/tüketimi gibi durumlar dünyanın ve iklim sisteminin bir değişim içerisine girmesine neden olmuştur. İklim değişikliği ülkelerin, bölgelerin ve yerel düzeyde de kentlerin birçok noktasını derinden etkilemektedir. Kuraklık, sıcak hava dalgaları, su kıtlığı, doğa olayları, deniz seviyesinde yaşanan değişim, tarım alanında çeşitliliğin azalması şeklinde ortaya çıkan iklim değişikliği günümüzde farklı ölçeklerde sosyo-ekonomik alanı olumsuz etkilemekte, canlı yaşamını tehdit etmekte, birçok dengenin bozulmasına neden olmaktadır. Yapılan çalışmalar ve bilimsel bulgulara göre, yaşanan değişim Türkiye’yi de içerisine alan Akdeniz Havzasında önemli etkiler ortaya çıkaracak. Türkiye’nin su kıtlığı, kuraklık, sıcaklık artışı, düzensiz yağışlar ve yangınlar şeklinde söz konusu iklimsel değişiklikten etkileneceği söylenmektedir. İklim değişikliği odağında yıllık ortalama sıcaklık düzeylerinde 2.5°C-4°C arasında bir artışın ön görüldüğü Türkiye’de, iklim politikalarının bütüncül şekilde ele alınmasının gerekliliği görülmektedir. Bu bağlamda küresel iş birliği mekanizmalarına da dahil olan Türkiye ve kent yönetimleri, çeşitli politika ve hedeflerle iklim değişikliğiyle mücadele alanına dahil olmuştur. İklim değişikliğine ilişkin mücadele edilmesi ve aynı zamanda da yönetilmesi gereken etkiler genel olarak şu şekilde belirtilmektedir: Ekolojik Boyutta Etkiler (Ozon tabakasının incelerek görevini ifa edememesi, Hava kirliliği, Biyolojik çeşitliliğin bozulması, Verimli toprak kalitesinin bozulması, Orman yangınları, Su kaynaklarının zarar görmesi ve su arzında daralma, Deniz seviyelerinde yükselme, Kuraklık); İnsan Sağlığı Üzerindeki Etkiler; Sosyo-Ekonomik Boyutta Etkiler (Sürdürülebilir kalkınmanın sağlanamaması, Ekonomik büyümenin olumsuz şekilde etkilenmesi, Yoksulluk oranının artması, Salgın hastalıklar nedeniyle sağlık problemleri, Göç ve sonucunda oluşabilecek uluslararası anlaşmazlıklar, Güvenlik problemleri). Belediyeler, iklim değişikliği mücadelesine yönelik ihtiyaçların belirlenmesi ve politikaların üretilmesinde, mekânsal kararların hayata geçirilmesinde yetkili olması bakımından önemli bir role sahiptir. İklim değişikliğinin yerel yönetimler düzeyinde belediyeler tarafından ele alınması, kent ve kentli yaşamı alanında sunulan hizmetleri etkilediği gibi değişikliğin giderilmesinde enerji verimliliği, sürdürülebilir kent planlaması ve yenilenebilir enerji destekli konut tercihi gibi etkili mekanizmaların da benimsenmesine fayda sağlayabilmektedir. İklim değişikliğinin çok boyutlu sorunlarına karşı çözüm üretebilme amacıyla ortaya konan stratejiler “azaltım ve uyum politikaları” kapsamında değerlendirilmektedir. Dünya düzeyinde hiçbir kentin iklim değişikliğini dikkate almadan geleceğini şekillendirebileceği düşünülmemelidir. Bu doğrultuda belediyeler tarafından alınabilecek “uyum ve azaltım odaklı tedbirler”, kentleri iklimin değişen koşullarına karşı hazır hale getirebilmektedir. Düşük karbonlu kentleşme ve iklim dostu kentlerin yaratılmasında belediye yönetimleri aracılığıyla etkin olabileceği düşünülen kent odaklı çözüm önerilerini şekillendirebilecek temel başlıklar şu şekilde ifade edilmektedir; Yenilenebilir enerji odağında binalarda ve ulaşımda fosil yakıt bağımlılığından vazgeçilmeli; Ulaşım alanında karbon salımları kontrol altında tutulmalı; Kent mekânlarının planlanması anlayışı enerji-ulaşım-tüketim alanlarına göre belirlenmeli; Binalar inşasında kullanılan malzeme-ısıtma-soğutma ve aydınlatma enerji uyumlu olmalı; Düzensiz yağışların neden olduğu sel ve taşkınlara karşı yağmur sularının toprağa karışarak atık suya dönüşmesinin engellenebildiği yeşil altyapı sistemi kurulmalı; Metan gazının üretilmesine neden olan katı atıklar, atık yönetimi yaklaşımı altında çevre odaklı şekilde değerlendirilmelidir.
Bu yaklaşımların belediye yönetimleri tarafından değerlendirilmesi veya uygulanması belediyelere iklim değişikliği sürecinde katkı sağlayacak, birtakım siyasal, sosyal ve ekonomik kazanımların da oluşmasına neden olabilecektir.
Sonuç olarak kentler, iklim değişikliği mücadelesine uyum gösterdiği takdirde varlıklarını devam ettirebileceklerdir. Nüfus hareket hızının yoğun olduğu ve geniş bir alana yayılan büyükşehirlere bakıldığında, iklim değişikliğinde etkilenebilirlik düzeyinin daha fazla olması sebebiyle bu mekânların, eylem ve politikaları da lokomotifi olarak değerlendirilmektedir. Günümüzde nüfus yoğunluğunun en fazla olduğu, sanayi ve ticaret merkezi konumunda bulunan büyükşehirler, nüfus ve yaşam pratikleri talebine göre şekillenirken enerji yoğun talebin de artmasına, sonuçta da sera gazı salınımlarının artmasına neden olmaktadır. Bu noktada Büyükşehir belediye yönetimlerinden beklenen bütüncül yaklaşım odağında kirlilik yönetiminden şehir içi ulaşıma, gıda güvenliğinden barınmaya, sağlık hizmetlerinden sosyal hizmetlere kadar çeşitli boyutlarda katılımcı yerel mücadele politikalarına, iklim eylem planlarına sahip olmaları gerekliliğidir. Belediyeler ve Büyükşehir belediyeleri kanunları belediyelere iklim değişikliği ile mücadelede pek çok yasal yükümlülükler getirmiş olsada, buradaki temel sorun birçok kent yönetiminin iklim değişikliğine karşı neler yapabileceğini ya da nasıl organize olabileceğini bilmiyor oluşundan kaynaklanmaktadır. İklim değişikliği mücadelesinin yönetilmesi çeşitli karar verme süreçlerine dayalı bir tasarlama sürecidir. Salt bir çevre sorunu olarak değerlendirilemeyecek karmaşıklığıyla sosyal, politik ve ekonomik sonuçları da ortaya çıkarmaktadır. Dolayısıyla iklim değişikliğiyle mücadele anlayışının benimsenmesi ve uygulanması sadece iklim değişikliğini önlemede bir kazanım yaratmayacaktır. Ancak bu kazanım yerelden yayılan ve yönetişim modelinin canlandırıldığı mücadelenin ulusal ve uluslararası iklim siyasetine dâhil edilmesiyle elde edilebilecek bir kazanım olarak görülmektedir.
Belediye yönetimleri tarafından sunulan hizmetlerin gerçekleştirilmesi amacıyla ortaya konulan politika adımları iklim değişikliği üzerinde olumlu ya da olumsuz etkiler meydana getirebilmektedir. Sosyo-ekonomik eşitsizliklerin temel mekânı haline gelen kentlerde temel aktör konumundaki belediyeler, yeni iklim rejiminin desteklenmesi amacıyla katılımcı yönetişim modelinin oluşturulmasında yine önemlidir. İklim değişikliği nedeniyle geçmişten günümüze yaklaşık 4.5 milyar euroluk hasarın meydana geldiği Türkiye’de kalkınma anlayışının iklim değişikliği politikalarının önünde tutuluyor olması, yaşanılan etkiler karşısında kalkınmanın da imkânsız hale geleceğini gündeme getirmektedir. Ayrıca iklim değişikliğinin dert edildiği bi kamu yönetimi anlayışına ihtiyaç duyulan Türkiye’de etkilere karşı plansızlık anlayışının süre geldiği temel bir gerçeklik haline ulaşmıştır.
İklim değişikliği alanında geleceğin korunması ve en azından etkilerin azaltılmasında iklim aktivisti Greta Thunberg’in de söylemiş olduğu gibi “kendi eviniz yanıyormuşçasına hareket edilmesi” gerekmektedir. Bu bağlamda kentlerin ve dolayısıyla yönetim birimi olarak belediyelerin sürece dahil edilmesinde: Dünya nüfusunun yarısından fazla bu mekânlarda yaşıyor olması; Üretim ve tüketim faaliyetleri nedeniyle salımların temel mekânı olması;
Temel strateji adımlarının bu mekânlar aracılığıyla şekillenmesi; Kent yönetimlerinin enerji, ulaşım, konut, atık, imar, altyapı, plan, denetim vb. sektör alanlarında yetkilere sahip olmaları; Vatandaş, STK, özel ve kamu sektörü iş birliği çalışmalarının ve koordinasyonunun mümkün kılınabildiği mekânı olması şeklinde birçok gerekçe ortaya çıkmaktadır. Dünyada olduğu gibi Türkiye’de de iklim değişikliği çalışmalarında, kentsel iklim siyasetinde yönetişimin temel parametre olduğu görülmektedir. İklim değişikliği yönetişiminin kent ölçeğinde ele alınması ve iklim eylem planlarının bu bağlamda önemli görülmesi mücadele alanında yetersiz görülen katılımcılık ve iş birliği ilişkisinin gözetilmesi açısından önemlidir. Büyükşehir belediyelerinin 2021 yılı toplam bütçelerine bakıldığında bütçelerinin yaklaşık yüzde 20’ni çevre koruma ve iklim değişikliğine ayrıldığı görülmekte. Bu durum Büyükşehir belediyelerinin iklim değişikliğine ayırdıkları kaynakları artırması gerekliliği ortaya çıkmaktadır. Ancak yönlendirici konumda gösterilen ve yeni düzenleme ile Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı adını alan bakanlığın 2021 bütçesi incelendiğinde, bütçenin yüzde 70’inin şehircilikle ilgili olması mücadele sürecine dair gerçekliği ortaya koymaktadır.
Yaşadığı felaketler karşısında ders çıkarma konusunda başarılı olduğu söylenemeyen Türkiye için iklim değişikliği mücadelesinde yürütülmesi öngörülen stratejilerin başarılı olup olamayacağını önümüzdeki yıllar ortaya koyacaktır. Sonuç olarak; iklim krizi sade bir meteorolojik bir olay değildir. Yaşanan kriz farklı disiplinleri de etkileyerek sosyo-ekonomik ve ekolojik krizlerin yanı sıra olası bir kültür krizini de tetikleyebilmektedir.
Bu noktada hastalığı kabul etmekle birlikte uygulanacak tedavi yöntemleri konusunda farkındalık eksikliğiyle beraber kararsızlık seviyesinin yüksek olduğu Türkiye’de küresel çözümler odağında sorumluluk yaklaşımının sahip olunan potansiyeller doğrultusunda acil eylemler ile buluşturulması önem arz etmektedir. İklim değişikliğinin etkileri ortada, yaşanan ve yaşanacaklar ise biliniyor ve derinleşen kriz karşısında zamanımız azalıyor. Artık sonuç dönemindeyiz. Bu durumda iklim değişikliği temelli krizlere karşı hazırlıklı olabilmek için neden-sonuç ilişkisinin doğru kurulabilmesi; tehdit unsurunun azaltılması önemli görülürken sosyo- ekonomik ve ekolojik bağlamda yeni iklim düzenine adapte olunması da temel bir gereklilik olarak ortaya çıkmaktadır.
Unutmayalım ki bizler, doğal düzenin bir parçası olarak yaşanabilir doğanın gelecek nesillere aktarılmasında temel sorumluluğa sahip konumdayız.
İklim değişikliğine yönelik mücadele uzun bir maratondur. Dolayısıyla yarın değil hemen bugün eyleme geçmeliyiz. Aksi halde sonuçlar fazlasıyla ağır, yarınımız ise “SON” olacaktır.