Gece yarısına kadar şehit haberlerini takip ettiğimden uykusuz, yorgun ve üzgündüm.
Bu kez ‘birkaç’ değil, 33 şehit.
Dile kolay.
33 anne,
33 baba,
Babasız büyüyecek çocuklar.
*
Aynada kendimi sevesim gelmedi.
Taze sıkılmış portakal suyumdan bir yudum bile almadım.
Hızlıca hazırlanıp çıktım dışarı.
Adnan Menderes Bulvarı’na yakın kahvehanelerden birine oturdum.
Bir çay söyleyip, yakın masalarda konuşulanlara kulak kabarttım.
*
Orta yaşta bir adam, “Atatürkçüler, Arapları sevmezler ama Araplar bizim dostumuzdur. Zengindirler, hiç kimseye ihtiyaçları yok. Bence biz Araplarla dostluğumuzu pekiştirmeliyiz” diyordu kendisinden biraz daha yaşlı olanlara.
Daha yaşlı ve gün görmüş olduğu halinden belli olan amca hafifçe gülümsedi ve, “Gelişmek zenginleşmek değildir. Evet, Araplar zengindir ancak gelişmiş değillerdir. Bizi tarih boyunca arkamızdan vuran Araplara özenmek doğru değil. Bakın gelişmek yerine zenginleşme özentimizin sonunda bilgili ve kültürlü olan insanlara değil, paralı ve nüfuzlu insanlara saygı duyar olduk” diye kısa bir ders verdi.
O an atlayıp, “İngiliz Tarihçi Arnold Joseph Toynbee ‘Arap ülkeleri bizim için tehlike olmaktan çıkmıştır. Bir şeyh satın alıp hepsini yönetiriz. Ancak Türkler bizim için tehlikelidir. Çünkü bilimle barışıktırlar. O nedenle her daim Atatürk gibi bir asi çıkarabilirler’ der. Bilip bilmeden Atatürkçülere sallama” demek istedim ama kendime hakim oldum ve sustum.
*
Orta yaştaki adam yine aldı sazı eline ve neden Suriye’de olduğumuzdan başlayarak bilip bilmeden konuşmaya başladı.
Birliğimizden, dirliğimizden, şehit olmanın kutsaliyetinden anlattıkça anlattı.
“Askerin işi bu. Maaş almak için asker olurken öleceklerini de biliyor olmalılar. Hep bu hain, çapulcu, zilletler ortalığı galeyana getiriyor. Birlik olmaya en çok bunlar karşı” dedi en son.
Bi an daha akıllı konuşan yaşlı amcayla göz göze geldik.
Yaşlı amca bana, “Evladım bizi dinliyorsun ve yüzünün halinden biraz kızgın olduğunu anlıyorum. Sen ne diyorsun buna?” dedi.
Bu kez ben gülümsemeye çalışarak, “Amcacım sen az önce çok güzel konuştun. Ancak ben bazen, bazı konular hakkında konuşmayı düşündüğümde elimi buzdolabına sokup 5 dakika bekletiyorum. Elim donunca kendi kendime ‘olum sen buzdolabının soğuğuna dayanamıyon, Silivri’nin soğuğuna nasıl dayanacaksın’ diyorum ve vazgeçiyorum konuşmaktan” diye cevap verdim.
Yaşlı amca gülümseyerek, diğerleri de acayip acayip bakarken çayın parasını masaya bırakıp uzaklaştım.
BU İNSANLIK DEĞİL, BUNLAR İNSAN DEĞİL Şehitlerimize ne kadar üzüldüysem iki ayrı konuya da en az şehitlerimize üzüldüğüm kadar üzüldüm.
Birincisi Amerikalı iki avcının boynuz uzunluğu 130 santimetre olan dağ keçisini avlaması.
Doğa Koruma ve Milli Parklar Müdürlüğünce, Adıyaman'ın Sincik İlçesi dağlarında av turizmi kapsamında izinli avcılık faaliyetleri yapılıyormuş.
Bu kapsamda ABD'den kente gelen Michael Shaun ve Emieblcek Harris, Sincik Devlet Avlağında atış talimleri yaparak ava hazırlık yapmış.
Daha sonra ava çıkan Harris, boynuz uzunluğu 130 santimetre olan 11 yaşındaki dağ keçisini avlamış.
Bir tane de 9 yaşında 118 santimetre boynuz uzunluğunda olan dağ keçisi avlamış bu ikili.
*
Meğer bu av işi ihaleyle oluyormuş.
29 dağ keçisi ihale yoluyla avlanmış.
Gelirin yüzde 60’ı da köy tüzel kişiliğine aktarılıyormuş.
*
Doğa ve Milli Parklar Adıyaman Şube Müdürü İsmail Kozan, yıllık ortalama 20 ile 30 arasında değişen dağ keçisi için ihaleye çıkıldığını, bu ihale sonucunda kazanan kişilerin Adıyaman’a gelerek avlanma yaptıklarını söylemiş.
Bi de ihale miktarına göre elde edilen gelirin yüzde 60'ı avlanma yapılan bölgedeki köylerin tüzel kişi hesaplarına ihtiyaçların karşılanması üzerine aktarıldığını belirtmiş.
*
Düşünsenize, kendi halinde bir dağ keçisisin.
Adıyaman dağlarında gezinip, otunu yiyip, kendi halinde kayadan kayaya atlıyorsun.
O sırada Amerika’dan gelen biri sırf ‘hobi’ olsun diye seni öldürüyor.
Üstelik dağlarında özgürce gezindiğin devlet de ‘para’ kazanıldığı için Tanrı’nın sana verdiği hayatın böyle sona erdirilmesi için teşvik ediyor.
*
Zevk için yapılan avcılık, zevk için bir canlının öldürülmesi ‘insanlık’ değildir.
***
İkincisi ise ‘fırsatçılık’ konusu.
Malum Çin’de başlayan ve dünyaya yayılan ölümcül bir virüs var.
Bu satırlar yazılırken Çin başta olmak üzere birçok ülkede Corona Virüsü’nden ölenlerin sayısı 2 bin 980 olarak açıklanmıştı.
İnsanların virüsten korunmak için tek alabilecekleri basit önlem de maske takmak.
Bakıyorsunuz ülkede daha önce paketi 7 lira olan maskenin tanesi 5 liradan satılmaya başlamış.
Cerrahi maske fiyatı: 5 lira (Eski fiyatı: Kutusu 7 lira)
FFP-1 Maske fiyatı: 45 - 300 lira arasında (Eski fiyatı: 15 - 50 lira)
FFP-2 Maske fiyatı: 50 - 450 lira arasında (Eski fiyatı: 30 - 200 lira)
FFP-3 Maske fiyatı: 100 - 2 bin 500 lira (Eski fiyatı: 75 - 450 lira)
Şimdi bu insanlık mı?
Fırsatçılığın meşru görülmesine izin verilmemeli.
Ahlaksızlık parametresinin yükseldiği güzel ülkemde bunu yapanlar insan değil.
*
Aklıma gelen çözümü de söyleyeyim de içimde kalmasın.
Sosyal medyada veya internet sitelerinde reklam videoları çıkar karşınıza.
İşte o videoların 5’inci saniyesinde sağ alt köşede ‘Skip Add’ diye bir buton belirir.
O butona tıklayınca izlemek istemediğiniz reklam videosu kaybolur ve asıl izlemek istediğinizi izlersiniz.
İşte bu insanlıktan ve ahlaktan nasibini almamış insanlarda da bu butondan olmalı.
Böylelerinin yaptıklarını beğenmediğimizde katlanmak zorunda kalmadan ‘Skip Add’ butonuna basıp yok olmaları sağlanmalı.
TÜRK’ÜN ORDUSU Bu aralar birçok kişinin dilinde “İslam’ın son ordusu” diye bir laf dolanıyor.
Edilen dualarda “İslam’ın son ordusu” vurgusu yapılıyor.
Türk Ordusu bir ‘din’ ordusu değildir.
Kuruluşu Mete Han’a dayanan yüzde 100 Türk Milleti’nin ordusudur.
İslam’ın tek şansı, Türk Milleti ve Türk Ordusu tarafından korunmasıdır o kadar.
*
Bu ordu, Kür Şad, Çiçi Yabgu, İlteriş Kağan, Çağrı ve Tuğrul Beğler, Alparslan, Fatih, Atatürk gibi sadece Türk ırkının değil, dünyanın hayranlıkla baktığı nice kumandanlar yetiştirdi.
Dünyanın en fedakar, en azimli ve de en yetenekli askerini yetiştirmeye devam ediyor.
Türk’ün silahlı kuvvetlerinin 2 bin yıldır değişmeyen en mühim gayesi Türklüğün bekasıdır.
Türk için kurulmuş,
Türk’e göre düzenlenmiş,
Türk tarafından yönetilmiştir.
*
Bilmeliyiz ki, 21’inci asırda durum tamamen değişmiştir.
Artık ülkeler arası ilişkilerde tek kısas ‘menfaat’ olmuştur.
Tıpkı Amerika istedi diye, Müslüman Suudi Arabistan’ın, Müslüman Katar’a ambargo koyması gibi.
Tıpkı Filistinlilerin vaktiyle Türk Askeri’ni arkadan vurup, bugün ise Kıbrıs meselesinde Hıristiyan Rumlar ile birlikte saf tutması gibi.
*
Dinin milletlerce baş unsur olduğu, din uğruna ordular kurulup milletlerin birbirine girdiği zamanlar artık geride kalmıştır.
Menfaati gerektiğinde, Müslüman milletler, Müslüman kardeşlerine silah çekmekten, ‘gavur’ ile iş birliği yapmaktan geri durmamaktadır.
Bu şartlar altında, milleti Müslüman olan herhangi bir ülkenin ordusuna da, Türk Silahlı Kuvvetlerine de “İslam Ordusu” demek boş söylemdir.
*
Daha önemlisi de, İslamiyet gelmeden yaklaşık 700 yıl önce kurulmuş, İslamiyet’ten sonra olduğu gibi, İslamiyet’ten önce de yüzlerce şanlı zafer kazanmış Türk Silahlı Kuvvetlerine, “İslam’ın Ordusu” demek, İslam’dan önceki şanlı mazisine gölge düşürmektir.
*
Bazı milletlerin silinip gittiği dünyada, nice milletlerin başına gelse varlığını silip geçecek düşmanlığa, kahpeliklere ve oyunlara karşı Türk Silahlı Kuvvetleri alnının akıyla çıkmayı bilmiş ve dünyadaki itibarını aynen korumuştur.
Yığınla düşmanı ezmiş, türlü kahpeliklere göğüs germiş ve üstüne oynanan nice oyunları da boşa çıkarmıştır.
*
Tanrıkut Mete Han’ın kurduğu ordu, herhangi bir dinin değil, Türk’ün ordusudur.
Tanrı Türk’ü,
Türk de ordusunu korusun.
BİTSİN BU İŞKENCE Hiç unutmam 7-8 yıl önceydi.
Hırsızlık Büro Amirliği ekipleri uzun süredir aradıkları azılı bir hırsızı kovalıyor, hırsız çalıntı bir otomobille arkasına bakmadan, hiçbir trafik kuralına uymadan kaçmaya çalışıyordu.
Aynı hırsız daha önce de birkaç kez görülmüş, her seferinde kaçmayı başarmıştı.
Hırsız kullandığı otomobille kırmızı ışıkta geçti.
Hırsızı kovalayan Hırsızlık Büro Amirliği’nin sivil ekibi de kırmızı ışıkta geçti.
Hırsız kaçtı, hırsızı kovalayan sivil polis ekibine ‘Kırmızı ışık ihlali’ cezası geldi.
Polisler kendi aralarında para toplayıp ödediler.
Hırsız kovalayan polise trafik cezası kesen Fahri Trafik Müfettişi bir vatandaşımızdı.
Polis sahipsiz olunca, emekliliğinde yapacak iş bulamayıp Fahri Trafik Müfettişi olan bir amcamız yapıştırıp cezayı vatanı kurtarmıştı.
*
Kent Meydanı’na yakın, park edilmeye müsait bir noktaya bıraktım arabamı.
Önünde Basın Trafik Kartı takılı.
Ön camında telefon numaramın yazılı olduğu bir levha da var.
Park cezası geldi.
Zengin ve yakışıklı bir aristokrat olduğum için önemsemedim ve ödedim.
*
Birkaç gün sonra, saat: 19.37, yer: Efekent Bulvarı.
Hatalı parktan bir ceza daha geldi.
Arabamın önünde Basın Trafik Kartı takılı.
Ön camında telefon numaramın yazılı olduğu bir levha da var.
Cezayı yazan Fahri trafik müfettişi Banu Aydın.
*
“O saatte, trafiğin neredeyse hiç olmadığı bir bulvarda nasıl park cezası yemiş olabilirim” diye düşündüm haliyle.
Hadi ben her iki yerde de hatalı park ettim.
Kardeşim, bazı haklara sahip olduğum Basın Trafik Kartı görünür şekilde takılı.
Hadi kartımı önemsemedin, telefonum da yazıyor camda.
Arabam ordaysa ben de 30 metre uzağındayımdır.
Var mı böyle “Ohhh ohh yapıştırayım cezayı” diye göbek ata ata ceza yazmak?
Ablacım yapacak iş bulamıyorsan biçki-dikiş-nakış kursuna git.
Hiç olmazsa torunlarına kazak örer, dua alırsın.
Bu kafayla sadece beddua alıyon.
*
Ayrıca hatırlatayım.
Fahri trafik Müfettişleri keyfi ceza yazamazlar.
Bu konu Karayolları Trafik Kanunda açık olarak suç olarak belirtilmiştir.
Kanunun ek 6’ncı Maddesine göre:
"Görevini kötüye kullandığı tespit edilen fahri trafik müfettişleri iki aydan altı aya kadar hafif hapis cezası ile cezalandırılırlar”
GÜNÜN FIKRASI Temel’in üç oğlu varmış.
Bir gün köye tellal gelmiş, davulu çalıp:
“Padişah efendimiz Kıbrıs’a sefere gidiyor. Her evden bir erkek evlat istiyor” demiş.
Temel, büyük oğlunu öpüp:
"Padişahımızın emri baş üstüne" deyip askere yollamış.
Aradan bir kaç ay geçince oğlunun şehit olduğu haberi gelmiş.
Temel büyük bir olgunlukla:
“Vatan sağ olsun, padişahımız sağ olsun” demiş.
Aradan bir iki yıl geçmiş.
Köye yine tellal gelmiş, davulu çalıp:
“Padişah efendimiz Bağdat’a sefere gidiyor. Her evden bir erkek evlat istiyor” demiş.
Temel, bu defa ortanca oğlunu öpüp:
"Madem padişahımız ferman eylemiş, başım üzerine" deyip askere yollamış.
Aradan bir kaç ay geçince oğlunun şehit olduğu haberi gelmiş.
Temel, yine büyük bir gururla:
“Vatan sağ olsun, padişahımız sağ olsun” demiş.
Aradan yine bir iki yıl geçmiş.
Köye yine tellal gelmiş, davulu çalıp
“Padişah efendimiz Suriye’ye sefere gidiyor. Her evden bir erkek evlat istiyor” demiş.
Temel bu kez tellalın üzerine yürümüş ve bağırarak konuşmuş:
“Yürü git söyle o padişaha, ben de oğul kalmadı. Bana güvenip sağa sola savaş ilan etmesin”