Ailemizden sonra en yakın sosyal çevremizi komşularımız meydana getirir.
İyi veya kötü günlerimizde şartlar en yakın çevre ile temas halinde bulunmayı gerektirir. Darlık zamanında yardımlaşma, normal zamanlarda ziyaretleşme, sır sayılabilen halleri gizleme birbirinin hâlinden etkilenme, hatta komşunun mülkünü satın almada öncelik hakkına sahip olma (şûf'a) komşulukla ilgili bir dizi hak ve sorumlulukların kaynağım teşkil etmiştir.
Bir Müslümanın başkalarına zarar vermemesi, herkese iyilik yapması en önemli ahlâkî görevlerindendir.
Rasulullah (s.a.s):
"Müslüman, diğer müslümanların elinden ve dilinden emin oldukları kişidir" (Buhârî İmân, 3-4; Müslim, İman, 64-66) buyurmuştur. Sürekli karşılıklı ilişkiler sebebiyle komşu güven konusunda daha önceliklidir.
Abdullah b. Amr (r. anhüma)dan rivayete göre, Rasulullah (a.s) şöyle buyurmuştur:
“Allah katında, dostların hayırlısı, arkadaşlarına hayırlı olan; komşuların hayırlısı da komşularına hayrı dokunanlardır.” (Tirmizi, K. Birr, 28/2070)
Nitekim Allah elçisi başka bir hadiste bunu şöyle ifade buyurmuştur:
"Şerrinden komşusunun güveninde olmadığı kimse gerçek mü'min olamaz" (Buhârî, Edeb, 29; Müslim İman, 73; Tirmizî, Kıyame, 60).
Hz. Âişe (r. anhâ) anlatıyor: "Resûlullah (a.s) buyurdular ki: "Hz. Cebrâil (a.s) bana komşu hakkında o kadar aralıksız tavsiyede bulundu ki, komşuyu vâris kılacağını zannettim." [Buhârî, Edeb 28; Müslim, Birr, 140/2624]
Cenab-ı Allah bizleri aile, cemiyyet, mahalle, köy-şehir, millet gibi topluluklar hâlinde yaratmıştır. Cenâb-ı Hak, bize; namaz, zikir, tesbih gibi ibâdetlerle beraber toplumsal ve sosyal vazifelerde vermiştir. Çevremizde bulunanlara, rahmet ve şefkatle muâmele etmemizi; merhametli, mütevâzı, hizmet ehli, müşfik, rakîk, hassas… hulâsa; kâmil bir mümine yaraşır şekilde davranmamızı istemiştir.
İnsan; içinde yaşadığı topluma karşı çeşitli sorumluluklar taşımaktadır.
Akrabalık bağları itibarıyla; başta anne-babası olmak üzere, evlâtlarına, eşine, akrabalarına;
iktisâdî olarak irtibatlı olduğu işçi-işveren, âmir, memur veya müşterilerine; vatan bağıyla milletine; ümmet bağıyla din kardeşlerine; insanlık haysiyetiyle bütün insanlığa karşı çeşitli hak ve vazifelere, zimmet ve mes’ûliyetlere sahiptir.
Bu münasebetlerin biri de, mekan paylaşımı ve yakınlığı hukukundan meydana gelen komşuluktur.
Cenâb-ı Hakk’ın bizden nasıl bir komşuluk istediğini anlayabilmek için Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in bu konudaki uyarılarını dikkate almamız gerekir.
Mekke’nin fethi zamanında Benî Kâ’b b. Huzâa kabilesinin sancaktarlarından biri olan Huveylid b. Amr el-Kâ’bî’nin anlattığına göre, birlikte oldukları bir sırada Hz. Peygamber artarda üç kez,
“Vallahi iman etmemiştir.” der. Bu sözlere meraklanan sahabeler,
“Kim, yâ Resûlallah?” diye sorduklarında
Hz. Peygamber,
“Komşusunun, kendisine kötülük yapabileceği kaygısından kurtulamadığı kimse” cevabını verir.[Buhârî, Edeb, 29.]
Komşularına kötülük yapabileceği endişesi yaşatan bir kimsenin cennete giremeyeceğini dile getiren ve iyi bir komşuyu mutluluk kaynağı olarak gören Sevgili Peygamberimiz, komşuya yapılan eziyeti ise, şiddetle reddetmektedir. Nitekim bir hadisinde şöyle buyurmuştur:
“Allah’a ve âhiret gününe iman eden ya hayır söylesin ya da sussun!
Allah’a ve âhiret gününe iman eden komşusuna eziyet etmesin!
Allah’a ve âhiret gününe iman eden misafirine ikram etsin!” [Buhârî, Rikâk, 23.]
Peygamber Efendimiz (sav) kendisine yöneltilen sorulara verdiği cevaplarda çok fazla nafile oruç tutmasa, namaz kılmasa veya sadaka vermese bile komşusunu rahatsız etmeyen kimsenin cennete gireceğini, çok namaz kıldığı, oruç tuttuğu ve sadaka dağıttığı hâlde komşusuna eziyet veren kimsenin ise cehenneme gireceğini belirterek [İbn Hanbel, II, 440.] bir başka yönden güzel komşuluğun önemine dikkatlerimizi çekmiştir.
İnsanların maddi durumları birbirlerine eşit olmasa da Hz. Peygamber onları komşularına ikram etmeye teşvik-etmiştir. Komşunun ikramını küçümsememe konusunda vurgu yapan Allah Resûlü, evi idare eden kadınlara hitaben şöyle buyurmuştur:
“Ey mümin hanımlar! Sizden biri (pişirilirken) yanmış koyun paçası dahi olsa komşusu tarafından kendisine ikram edilen şeyi küçümsemesin.”[Muvatta’, Sıfatü’n-nebî, 10]
Rahmet Peygamberi’nin fakir bir sahebe olan Ebû Zerr’e Komşuya yapılacak ikram konusunda yaptığı tavsiye son derece dikkat çekicidir:
“Çorba pişirdiğinde suyunu biraz fazla koy, sonra komşularına bak, uygun bir şekilde çorbandan onlara da ikram et.”[Müslim, Birr, 143.]
Allah Resûlü, yaptığı tavsiyelerin ne kadar anlamlı ve önemli olduğuna vurgu yapmak ve komşunun gözetilmesini sağlamak için;
“Yanı başındaki komşusu açken, tok yatan kimse iman etmemiştir.” [İbn Ebû Şeybe, Musannef, Îmân ve rü’yâ, 6.] uyarısını yapmakta, komşuya ikramda bulunmayı ve hediyelerle de gönllerini almayı istemektedir.
Rahmet Peygamberi, Yakın komşunun hak ve hukukta önceliği olduğunu belirtmiştir.
Hz. Âişe’nin “Ey Allah’ın Resûlü iki komşum var, ikramda bulunurken hangisinden başlayayım?” diye sorusuna “Kapısı (sana) en yakın olandan başla.” cevabını vermiştir.
İzzet ve ikramda konusunda öncelik hakkına sahip olan komşu, alım-satımda da “şuf’a” yani “komşuluktan kaynaklanan öncelik hakkı”na sahiptir. Şöyleki Sevgili Peygamberimiz, bir kişinin evini veya tarlasını satın almada komşusunun öncelik hakkına sahip olduğunu belirmiş, bir kimsenin komşusuna teklif etmeden sahip olduğu malı veya hissesini satmaya kalkışmamasını söylemiştir.[İbn Mâce, Şuf’a, 1.]
Peygamberimizin komşu hakkındaki uyarılarına kulak veren bir mümin, komşuya zarar verecek veya onun rahatsız olmasına sebep olan davranışlardan kesinlikle uzak duracak, kendisi için istediğini onun için de arzu edecek, kendisi için arzu etmediği şeyi onun için de istemeyecektir.
Çünkü komşuluk ona bir ayrıcalık sağlamaktadır. Komşuya yapılan herhangi bir fenalık ya da verilen zarar, diğerlerinden farklı değerlendirilmektedir.
Kişinin dünyada saadetine vesile olacak, âhirette ise kendisi hakkında şahitlik yapacak komşusunun seçimine dikkatleri çekmek isteyen Merhamet Elçisi şöyle buyurmuştur:
“Ev almadan önce komşu, yola çıkmadan önce de arkadaş arayın.” [Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr, IV, 268.]