Merhaba kıymetli Aydın Ses okurları, Ramazan ayınız mübarek olsun. Dini konularda yazdıklarım sadece dua ve temenni ile sınırlıdır. Rabbimiz ibadetlerimizi kabul buyursun. Hayırlısıyla nice Ramazanlar yaşamak nasip etsin inşallah. Bu yazım, hayvanlara yapılan, hayvanca değil vahşice davranışlar üzerine olacak. “Hocam galiba sizde vahşice öldürülmüş “damar yolu” takılı köpeklerle ilgili haberi izlediniz,” sözlerinizi duyar gibiyim. Evet sevgili dostlar. Yapılanları, araştırma ya da köpek kanı ve kan ürünleri temin etme ve satma maksatlı yapılmış bir canilik olarak değerlendiriyorum. Evet, hayvanları ne kadar çok sevdiğimiz ortada. Yeni yeni yasalar çıkarmakla meşgulüz. Çıkarmayalım değil, kullanmak zorunda kalmayalım diyorum. Biliyor musunuz? Yeryüzünde ilan edilen ilk milli park, ABD’deki Yellowstone değildir.  Idaho, Wyoming ve Montana eyaletlerinin kesişme noktasındaki  8987 km2‘lik bu alan, 01 Mart 1872 tarihinde milli park olarak ilan edilmiştir. Halbuki Peygamberimizin (as), bu tarihten en az 1240 yıl önce Mekke’de “dokunulmaz (haram)” ilan ettiği bir bölge vardır. Adı “Mekke Milli Parkı” olmasa da, hem Yellowstone’nin hem de Mekke’deki bu bölgenin ilan ediliş gayesi aynıdır ve değerlendirmeme göre, Dünyada ilan edilmiş ilk mili park Mekke’dedir. Ayrıca hemen belirtmek isterim ki, Peygamberimizin (as) haram ilan ettiği bölgede, insan dahil her canlının yaşama hakkına saygı mecburiyeti vardır. Aynı mecburiyet, Yellowstone bölgesinde yaşayan yerli halk için de var mıydı bilemiyorum. Mekke’deki bölgede, kendiliğinden yetişen bitkilerin koparılması, hayvanların öldürülmesi ve avcılık yasaklanmıştı. Hayvanların ve insan katkısı olmadan kendiliğinden yetişen hayvan ve bitkilerin  can güvenliğini ve neslini korumaya yönelik alınan tedbirlerin ardından Peygamberimizin “Ceylanların Medine’de otladıklarını görsem onlara dokunmam. Çünkü Medine harem bölgesidir.” buyurarak, Medine’yi de haram bölgesi ilan etmiştir (Buhari, Kitabü’l-Hac, I, s. 221’e atfen). Yine,  Hz. Muhammed (as) Mekke’yi fethetmeye giderken İslam ordunun yolu üzerinde gördükleri dişi bir köpek ile yavrularının zarar görmemesi yollarını değiştirtmiş, hatta köpeklerin muhafazası maksadıyla başına bir nöbetçi bırakmıştı (Vakidî, Muhammed b. Ömer b.Vakid, Kitabü’l-Meğâzî, Beyrut: Muüessesetü’l-Â’la, 1989, II, s. 804’e atfen [1]). Bu tespitimizden sonraki konumuz: Karabaş. Galiba 12 yaşlarındayım. Nereden aldığımı, bulduğumu hatırlayamadığım, her şeyi simsiyah olan bir köpeğimiz var. Adı Karabaş. Gözlerinin o siyahlığı, o parlak parlak bakışı şu an bile hafızamda. Onu çok seviyor, her fırsatta bahçelere götürüyor, tasmasını çıkarıp serbest bırakıyordum. En çok hoşuma giden, normal ıslıkla kıyaslanamayacak kadar kısık çıkan ıslığımı bile duyunca, nerede olursa olsun, koşarak yanıma gelmesiydi. Sırnaşık çocuklar gibi sevmem için etrafımda dönüp durması, sevmek isteyince de kaçıyormuş gibi yapması, bana müthiş zevk veriyordu. Herhalde pamuk ekim zamanı, yani nisan sonu veya mayıs başıydı. Karabaşı dışarıya çıkardım, tasmasına bağlı zincir elimde, Ali Çetin ve Ümit ile Kocakır’a gittik. Yanımızdan sık sık, arkasında tek ve çift soklu pulluk yahut pamuk ekme mibzeri takılı traktörler geçiyordu. Kuyucaklılar var gücüyle pamuk çekirdeğini bir an önce toprakla buluşturmak için azami gayret sarf ediyordu. Karabaş geçen traktörlere doğru koşmak istiyor, ben hemen tasmasına bağlı zinciri çekiyordum. Engel olmasam her an traktörlerin ya da arkalarındaki mibzerlerin altında kalabilirdi. Böylece sorunsuzca Kocakır’a vardık. Bahçeye varınca tasmasını çıkardım ve Karabaş özgürlüğün tadını çıkarmaya başladı. Bir sağa bir sola koşuyor, memnuniyetini havlayarak, kuyruğunu sallayarak göstermeye çabalıyordu. Bahçeye gidiş sebebim, sadece Karabaşı gezdirmekti. Bahçede yapacağımız bir iş yoktu. Karabaşla, güneş batıncaya kadar oynaştık. Ortam hafifçe karardı. Eve dönme zamanı gelmişti. Kocakır’ın güneyinden geçen demiryoluna çıktık ve Kuyucak’a doğru yürümeye başladık. Karabaş tasmasını takmamı istemiyor, tasmayla ona yaklaştığımda süratle kaçıyordu. Ben de ısrar etmedim. Demiryolu ile süs yolunun kesiştiği yere kadar geldik. Hemen herkesin durup hayvanlarını suladığı kuyunun başında, hayret kimse yoktu. Doğruca kuyuya yöneldim. Karabaş hızla koştu ve su yalağının dibindeki az miktardaki suyu bir çırpıda bitirdi ve bana bakmaya başladı. Bu kadar susadığını tahmin edememişim. Öyle bir bakışı vardı ki, “Hadi çabuk çabuk bana kuyudan taze su çek.” der gibiydi. Hemen ucunda galvanizli tenekeden yapılmış kova bağlı urganı kuyunun içine sarkıttım. Nefes alıp verinceye kadar kova aşağıya indi ve suya çarpma sesi duyuldu. Peşinden de gevşek tutmuş olmalıyım ki, urgan avuçlarımın içinden aşağıya doğru kaymaya başladı. Hemen avuçlarımı sıktım ve içi su dolu kovayı yukarıya getirmek maksadıyla urganı hızlı hızlı yukarıya çekmeye başladım. Bir dakika oldu olmadı, kova kuyunun ağzında göründü. Kendime doğru getireyim derken hızla kuyunun iç duvarına çarptı. İyice yukarıya çektim baktım ki, kova delik ve içindeki suyun nerdeyse yarısı boşalmış. Hemen kalan suyu yalağa döktüm ve kovayı tekrar kuyunun içine attım. Kovanın suya çarpma sesi bu defa hemen duyuldu. Biraz bekledim ve kovayı hızla yukarıya çektim. Amacım bu kez daha fazla su almaktı ve bunu başardım. Suyu hemen yalağa döktüm. Karabaş yalağın başından ayrılıncaya kadar bekledim. Sonunda yalağın başından ayrıldı. Fakat o da ne?!? Ben müdahale edemeden son sürat gelen traktöre doğru fırlayıp atlamaz mı. Sürücü ani refleksle direksiyonu kırdı, Karabaş traktörün altında kalmaktan kurtuldu, fakat arkasına takılı mibzerden kaçamadı; mibzerin sol tekerleği arka bacaklarının üstünden geçiverdi. Karabaş bunlar olurken ve sonrasında acı acı havlamıştı. Karabaşın sol arka ayağı sanırım kırılmıştı. Can havliyle yanımıza kadar geldi ve yere uzanıp kaldı. İçin için inlerken öyle masum bir bakışı vardık ki, anlatamam. Ben sol elimle başının, sağ elimle sağlam bacağının altından girip onu kucağıma aldım ve yeniden Kuyucak’a doğru yürümeye başladım. Ben biryandan kırık ayağına değmeden Karabaşı taşımaya çalışıyorum; nasıl olduysa oldu, sağ ayağım kırık bacağına değiverdi. Karabaş da can havliyle sağ elime üstten dişlerini geçirdi. Fakat ısırmasıyla ağzını açması bir oldu. Göz göze geldik; inanın ağlıyordu. Onu gülerken çok görmüştüm, ancak ağlarken ilk defa görüyordum. Hem ağlıyor hem de ısırdığı yeri yalıyordu. Baktım çok kanıyor. Hemen cebimden mendili çıkardım üstüne bastırdım. Kanamayı durdurmaya çalıştım. Kan bir türlü durmuyordu. Köpeği taşımam mümkün değildi. Tekrar usulca kucaklayıp, Büyük babamın Hamamlık isimli bahçesine götürdüm ve duvarın hemen arkasındaki yaz elmasının altına koydum. Kaçmasın diye de ağaca bağladım. Tekrar göz göze geldik; Karabaş yine iç çekerek ağlamaya devam ediyor ve diliyle de yaralı elimi yalamaya çalışıyordu. Evet ben köpeğinin kendi acısından mı, sahibine verdiği acıdan mı, bunu kestiremedim ama ağladığını çıplak gözle görmüş biriyim. Hastane bu olayın geçtiği yere 200-300 m mesafedeydi. Köpeğimi orada bıraktım ve hastaneye doğu yarı koşar vaziyette hızlı hızlı gitmeye başladım. Baktım Ali Çetin ve Ümit de arkamdan koşarak geliyor. Ben hem koşuyor hem de “Bubam beni gini (yine) dövcek” diye mırıldanıyodum. Üçümüz de korka korka hastaneye vardık. Allah’tan babam hastanedeymiş. Hemen pansuman odasına gittik ve elimi pansuman etti. Güzelce sardı. Bana nasıl olduğunu sordu. Ben uzun uzun anlatırken yüzeme bir tokat geldi. Henüz dönmemiştim ki, ikincisi öbür yüzüme. Babam elimi köpeğin, Karabaş'ın ısırdığını öğrenince o kadar sinirlendi ki anlatamam. Hemen kuduz iğnesini hazırladı. Bembeyaz, koyu ayran gibi bir şeydi. Aç karnını dedi. Alkollü pamukla silip iğneyi yapıştırdı. Ben korkudan ne iğnenin ne de elimin acısını artık hissetmiyordum. “Şimdi doğru eve.” dedi. Bu arada yağmur hafiften hafife yağmaya başlamaz mı. “Baba Karabaşı ne yapalım?” dedim. Babam “Kuduz köpek sudan korkarmış. Biraz ıslansın bakalım ne olacak? Şayet kudurursa zaten kendi ölür. Eh bir şey olmazsa, ben Sırmalı Üsen amcanın traktörüyle eve getiririm.” dedi. Babamın yanından ayrıldık ve eve gitmek üzere yola çıktık. Karabaş yaklaşık bir ay kadar sol ayağı tahta çıtalar arasında sıkıca bağlanmış vaziyette kaldı ve o ayağı zamanla iyileşti. Fakat babam, Karabaş'ın ısırmasından sonra onun evimizde kalmasına kesinlikle razı olamayacağını söyledi ve ayağı iyileşir iyileşmez bir gün baktım Kuyucak’ın dağ köylerinden bir tanıdığı ile beraber geldiler. Adam Karabaşı alıp gitti. Gidiş o gidiş. Bir daha Karabaşı görmedim. Karabaş Kuyucak'ta geçen günlerimde sahip olduğum son köpeğimdi. Karabaşın ısırdığı yerin izi, hâlâ sağ elimin üstünde duruyor. Ne zaman o iz gözüme takılsa, yıllar yıllar önce yaşadıklarım tekrar hafızamda canlanır; Karabaşın hiç unutamadığım o ağlayışı, o simsiyah gözlerinden akan yaşlar tekrar gözümün önüne geliverir… Lütfen çocuklarımızı hayvan sevmekten mahrum bırakmayınız. Hayvan sevmeyen insanlardan, insanları sevmelerini beklemek inanın hayalcilik. Bazılarımız farklı hayvanlardan, (mesela ben yılanlardan) korkarız. Fakat uzaktan severiz. Ben hayvansever olmak için bunun yeterli olduğunu düşünenlerdenim.  Bu durumda yapılması gereken senede bir defa da olsa en yakın hayvanat bahçesini çocuklarınızla birlikte gezmeyi ihmal etmeyiniz lütfen.   Yazacak çok şey var. Kısmetse yazmaya devam edeceğim. Sağlıcakla kalınız.   [1] Dr. Adil Bor. Kur’an ve Sünnet Çerçevesinde Hayvan Hakları. Diyanethaber, Erişim Tarihi: 17.04.2021, Erişim Adresi: https://www.diyanethaber.com.tr/aylik-dergi/kuran-ve-sunnet-cercevesinde-hayvan-haklari-h7868.html