Üç bölümdür sizlerle paylaştığım "Gezi İzlenimleri" yazı dizimizin son yazısı.

Geçtiğimiz yıllarda Konya ve Kuşadası'nda görüştüğümüz dostlarımla bu yaz üst bagajlar da ilave ettiğimiz araçlarımız ve çadırlarımızla Yunanistan sahilleri ve Makedonya'nın Ohrid Gölü kıyılarında tatil yapmaya karar vermiştik.

Yunanistan ve Arnavutluk'tan transit geçip Kuzey Makedonya'daki Ljubanista Kampı maceramız son buluyordu artık.

Şiraz ailesini yolcu etmiştik.
Birkaç gündür Ohrid gölünden tutulan göl balığı yemenin hayalindeydik.
Balıkçı kasabası olan Trpeja'da dostlarımız bile olsa o göl levreği bir türlü kursağımızdan geçmedi çünkü çok ciddi bir av yasağı varmış.

Ilja isimli restoran sahibi dostum, "eğer bir balıkçı o balıktan çıkarırsa o balık sana gelecek." diye günler öncesinden söz vermişti ama nafile.

Mustafa ile kendi işimizi kendimiz halletmek için yedi kilometre ilerdeki balıkçı köyüne gittik. Balık bulamadık ama bir ipucu bulduk.

Arnavutluk sınırları içinde av yasağı yokmuş. Arnavutluk da kampımıza 10-15 km mesafede.

Mustafa ile göz göze gelip hiç konuşmadan karar vermiştik bile.
Kamp yerine gelip pasaportlarımızı alıp Arnavutluk sınır kapısına dayandık.

İkisi de kadın olan Makedon polisi ile şakalaşıp, suratı sirke satan Arnavut polisiyle gürültülü bir damga sesi eşliğinde isteksiz selamlaşarak sınırı geçtik.
Arnavutluk'un orta halli bir yerleşim yeriydi burası. Göl kıyasından kilometrelerce gittik. Ne balık gördük ne balıkçı.
Yaklaşık 20 bin kişinin yaşadığı bu yerde sokaklarda önümüze gelene meyve sebze pazarı ve balık soruyorduk.
Anlaşılan göl balıkları sabah erken tükendiğinden sadece canlı alabalık satılan yerleri tarif ediyordu Arnavutlar.
Amacımız bu değildi.
Ancak Arnavut köylülerinin kendi ürünlerini getirip sattıkları müthiş bir köy pazarına denk gelip bolca meyve ve salatalık malzeme aldık.
Ama balık maalesef yoktu...
Mustafa'nın aklına bir fikir geldi.
"Balık yoksa helal kesim yapan bir kasap bulup et alıp kampta çocuklara mangal yapalım" dedi.
Bir Arnavut gencin tarifine uyup beş on dakika yürüdük ve bir kasabın önündeydik.
Sanki cennetteydik.
Kapıda yazan "Halal" yazısı, çengelde asılan tüm kuzu eti ve ciğer bize hiç yabancı gelmiyordu.
Etin ve ciğerin kilosunu sorduğumuzda çok şaşırdık.

Bizdekinin en az üçte biriydi fiyatlar.
Hem de doğal besiydi.

Adeta "bizi siz alın " dercesine haykıran kuzu etini ve tüm ciğeri alıp yola koyulduk.

Yani biz bu tatilde, sadece mangallık malzeme alıp geri dönmek için ülke değiştirmiştik.
İster sevgi deyin. İster sadakat deyin. İsterse koca boğaz deyin.
Ne derseniz deyin.

Balığa niyet ete ciğere kısmet oldu bizimkisi.

İki çılgın adam, sadece et, meyve ve salatalık malzeme almak için ülke değiştirip pasaportlarını damgalatır mı arkadaş!

Biz yaptık.

Nefis bir lezzetti ama...

Bu kelamım kafadarlara "Merak etmeyin! Gümrükten aldıklarımız sayesinde etleri ağlatmadık."

Yavaş yavaş gitme vakti geliyordu artık.
Sabahların vazgeçilmezi klasik paşa kahvaltımızdan sonra çadırlarımızı sökmeye başladık.
Evlatlar son kez göle girdiler.
Mustafa, Hatice ve evlatları Ohri şehir merkezine uğrayıp Yunanistan'da birkaç kamp yerini ziyaret ede ede döneceklerdi.
Biz de dağ yolundan Bitola yani Manastır'a Atamızın Askeri İdadisine uğrayıp oradan Selanik'e geçecektik.

Vedalaştık.

Dağ yollarına tırmanıp sırtımızda kalan göl manzarasını görmek için seyir tepelerinde birkaç defa mola verdik.
Harikulade bir manzaraya el sallayıp zirveden aşağıya süzüldük.

Daha önceden de ilgimizi çeken üç katlı bir çiçek evin önünden geçtik.

Makedonların sık sık balkonlarında çiçekler görürsünüz ama bu evin bahçesinden duvarlarına kadar her yanı çiçeklerle örtülü.

Atatürk'ümüzün okuduğu okulu müzeye çevirmişler ancak, Makedon'ların elinde olduğu için birçok eksiği var.
Ben, eşim ve çocuklarım yine de çok büyülendik.
Göz yaşlarımızla şükranlarımızı İlettik okuduğu okuluna oturduğu sırasına.

Okulun o bakımsız bahçesinde bile
O genç Mustafa'nın koşuşturmalarını hayal ettik.

Teşekkürler Atatürk'üm...

*

Selanik'e vardığımızda Pembe Boyalı Ev çoktan ziyarete kapanmıştı bile.

Evlatlarımdaki Atatürk sevgisini yoklamak için bir soru sordum kendilerine
" Biliyorsunuz Atatürk'ün doğduğu eve iki yıl önce gelmiştik. Görüyorsunuz kapalı. İsterseniz gidelim ve harika bir koyda tatilimize bir iki gün daha devam ederiz" dedim.
Üçünün de gözleri doldu ve gerekirse arabada uyuyabileceklerini ama sabahleyin erkenden daha Pembe Boyalı Ev'in önünde olmak istediklerini söylediler.
Eşimin ve benim gözlerimiz doldu GURURDAN.

Bu cevap ödüllerin en güzeliydi bizim için.

Atatürk sevgisi içinizde hiç bitmesin canlarım.

Bir yerde konaklayıp erkenden tertemiz kıyafetlerimizle Atatürk'ün doğduğu evdeydik.
Atatürk'e özlemimizi,
Balmumu heykelinde gülümseyerek bizleri selamlayan Zübeyde Anne'ye de şükranlarımızı sunduk.
Zor da olsa kayboluncaya kadar el sallayarak veda etmiştik o eve.

Yola çıkma vakti gelmişti artık.

"Yol ver dağlar" türküsü ile Yunanistan ovalarında yolculuk yapmak biraz tezatsa otobanda adım başı bozuk para ödemek için girilen kuyruklar da o kadar tezat.

Bir de gümrük kapılarında geçen gereksiz saatler.
Yaşanan onca stres.

Özellikle gurbetçi vatandaşlarımızın çektiği o sıkıntı.
Gece çalışıp sabah erkenden yola çıkıp eşinin kullandığı aracın yanı başında yol gelen gurbetçilerle tanıştım.
Gümrük kapılarına isyan ediyorlardı.
Gerek Yunanistan gerekse Türkiye sınır girişleri rezalet.
İş yürümüyor, kuyruklar bitmiyor arkadaş!
Bu karmaşaya acil bir çözüm bulunmalıdır.
Bu böyle gitmez arkadaş.
Zaten herkes isyan ediyor.
Tatile stres atmaya gidiyorsun gümrükte stresin daniskası.
Sakin olalım diyoruz ama nasıl?
Neyse hoş bulduk.

Canım Türkiyem...

Sağlıcakla...