1 Eylül 1939 tarihi İkinci Dünya Savaşı'nın başlangıcı ve milyonlarca insanın ölümüne yol açan bir gündür. Dünya’da bir daha savaşların olmaması ve barışın önemini hatırlatmak adına 1 Eylül günü her yıl Dünya Barış Günü olarak kutlanmaktadır. Barışa ulaşmanın yolu şiddetin olmadığı bir yoldan geçer. Dünya barışı, tüm dünya insanları için mutlu ve barış içinde yaşama ülküsüdür. Dünyada barış olması için savaşların olmaması yetmez. Gerçek barış için çocukların aç kalmaması, içilebilecek temiz suya ulaşabilmesi, temiz hava soluyabilmesi, sıcak anne kucağından mahrum kalmayacakları ve huzur içinde barınabilecekleri bir yuvayada ihtiyaçları vardır. Yani insanoğlunun barış içinde yaşayabilmesi için temiz, yaşanılabilir ve sürdürülebilir bir çevreye ihtiyacı vardır. Küresel vahşi kapitalizmin daha fazla kazanç için dengesini bozduğu dünyamızda meydana gelen çevre felaketlerinin faturasını çocuklar ve kadınlar daha fazla ödemektedir. Dünyada çevre felaketlerine bağlı meydana gelen çocuk ve kadın ölümleri erkek ölümlerinden 14 kat daha fazladır. Bu nedenle kadınlar barışın önemini herkesten daha fazla bilmekte, istemektedir. Türkiye’de sebebi belirsiz bir şekilde evlatlarını, yakınlarını kaybeden anneler, evlatlarının akibetini öğrenmek, öldülersede en azından mezarlarını bulmak ve dua okuyabilmek, devletin gerçeği ortaya çıkararak suçluların cezalandırılmasını sağlayabilmek için 27 Mayıs 1995 tarihinden itibaren her hafta Cumartesi İstanbul İstiklal Caddesinde oturma eylemi yapmaktadır. Bu etkinlikte her hangi bir örgüt pankartı açılmamakta, slogan atılmamakta, sadece kayıpların fotoğrafları sessiz bir şekilde ellerde tutulmaktadır. Geçmişte dönemin Başbakanı ilede görüşülmüş, çözüm için söz verilmesine rağmen bugüne kadar bir sonuca ulaşılamamıştır. Dünya Barış Gününe denk gelen 700’cü haftada toplanan anneler polis tarafından yaka paça, biber gazı sıkılarak zorla alandan uzaklaştırılmıştır. Bu müdahalede yıllardır evlatlarının yokluğuna ağlayan annelerin kuruyan gözyaşı pınarlarını sıkılan biber gazları bile canlandıramamış, hiç bir annenin gözünden tek bir damla gözyaşı akmamıştır. Biber gazı sadece ve sadece annelerin evlatlarına duydukları özlemi, mücadele azmini ve gücünü ateşlemiştir. Sahi bir annenin evladını unutmasını kim isteyebilir yada sağlayabilir ki? Dünyada hangi biber gazı evlatlarının kokusunu annelere unutturabilir ki? Otuz yılı aşkın süredir Aydın’da uygulanmakta olan jeotermal işletmeciliğinin kirletmedik su-hava-toprak parçası ve gıda ürünü kalmamıştır. Aydın’da Türkiye ortalamasının üstünde bebek ölümleri, beş yaş altı çocuk ölümleri, anne ölümleri, kanser ölümleri vardır. Tek geçim kaynağı incir ve zeytin olan İzmir Tire Başköy halkı bir süredir köylerine kurulma çalışmaları yapılan jeotermal santrale karşı benzerine az rastlanır şekilde direnmektedir. Bu mücadelede kadınlar öncü rol oynamakta, bayraktarlık yapmaktadır. Aydın’ın düştüğü duruma düşmek istemeyen Başköy halkının bu mücadelesini kırmak isteyen mülki idare Dünya Barış Gününün olduğu hafta içinde bir otobüs dolusu komando birliğini Başköy’e göndermiştir. Bundan rahatsız olan Başköy kadınları jeotermale karşı isyanlarını şu sözlerle dile getirmişlerdir; “ Bizler PKK’lı, FETÖ terörü, mülteci değiliz. Bizler bu toprakların sahipleriyiz. Askerin burada ne işi var. Bizler ekmeğimizin, alın terimizin, çocuklarımızın geleceğinin peşindeyiz. Bizim derdimiz, toprağımız ve incirimiz. Biz kimsenin malının peşinde değiliz. Biz kendi toprağımızın derdindeyiz. Biz jeotermal şirketin peşinde değiliz ama şirket bizim toprakların derdinde. Komando askerini bizim peşimize takanlar acaba kime hizmet etme peşindeler? Jeotermal mi değerli, köylü mü değerli? Yediğin ürün köylünün malı, köylü olmazsa siz hiçsiniz. Biz buradayız kimseye birşey yapmayacağız. Ama bizi öldürmeden kimseye de toprağımızı vermeyeceğiz. Burada ekmeklerini korumaya çalışan, çocuklarını aç açık bırakmak istemeyen analar ve köylüler var. Burada askerle ilgili bir sorun yok. Bizler tırnaklarımızla toprakları kazıyarak büyüttüğümüz incirleri, zeytinleri, çocuklarımızın geleceğini kimseye teslim etmeyeceğiz”. Sahi bir anneden çocuğunun geleceğini satmasını, onun aç ve cahil kalmasını kim isteyebilir ki? Sahi dünyada kim bir anneden daha güçlü ve yaratıcı olabilir ki? Dünyada bir çocuğa can, bir köye gelecek kim verebilir ki? Tabi ki bir kadın. Yıkılmakta olan evleri akça pakça hale getiren, pencerelerine iğne oyalı perde, duvarlarına “yaşam hakkı sermayeden güçlüdür”, “hava-su-toprak-hak-hukuk-adalet”, “sürdürülebilir kalkınma yalanınız batsın, olan çevremize oluyor”, “bu doğa hepimizin, sahip çıkıyorum ya sen”, “ yeşil bir Kuşadası istiyoruz”, “doğal varlıklar hepimizin, özen göster” yazılı pankartlar asılı hale getiren, köye kurulması düşünülen jeotermali hukuk yolu ile önleyen, halka önderlik-öğretmenlik ve annelik yapan kadındır Caferli Güzelleştirme ve Dayanışma Derneği kurucu başkanı Nazlı Deniz Kuruoğlu. Dünya Barış Günü haftasında onun öncülüğünde yapıldı “3’cü Caferli Güz ve Çevre Şenliği”. Bu yıl bu şenlikte “JES İstemiyoruz”, “Fındıktan Sonra”, “Latmos” isimli çevre konulu belgeseller halka gösterildi. Ve Latmos belgeseli. Kültür ve doğa müzesi yönünden eşsiz olan Beşparmak dağlarını, bu dağlarda yer alan sekiz bin yıllık kaya resimlerini, sayıları her geçen gün artan kuvars ve feldispat maden ocaklarını ve bunların Beşparmak dağlarına, Bafa gölüne verdiği zararları gösteriyor bu belgesel. Madenlerin yok ettiği kaya resimleri ise dünyada hiç benzeri olmayan şekilde “kadını, birbirine sevgi gösteren kadın ve erkeği, birlikte halay çeken mutlu insanları gösteren, hiç savaş aleti ve sahneleri olmayan” resimlerden meydana gelmektedir. Ve bu kaya resimleri bulup dünyaya duyuran, Beşparmak Dağlarının Milli Park ilan edilmesi, maden ocaklarının yasaklanması konusunda mücadele veren bir başka kadındır Anneliese Pesclow. Bugün Latmos’ta barış ve barış kültürü, sekiz bin yıl öncesi burada yaşayan kadınlarla başlayıp gelen, Anneliese Pesclow ile yeniden gün yüzüne çıkan ve Nazlı Deniz Kuruoğlu ile devam eden bir yaşam şeklidir bu dağlarda ve topraklarda. Sahi hangi güç kadınların bu topraklara ve dağlara ektiği barış tohumlarını söküp atabilirki? Sahi hangi güç kadın ve erkeklerin bu topraklarda el ele mutlu bir şekilde yaşamasını engelleyebilirki? Aydın şehrinin mahallesi olan Kızılcaköy’e kadar dayandı vahşi jeotermal işletmeciliği. Germencik, Alangüllü, Pamukören’de kuruyan incir ve zeytin ağaçlarını gören Kızılcaköy kadınlarını çocuklarının geleceğini kaybetme korkusu sardı. Ve kadınlar “Kızılcaköy’de kurulacak jeotermal santraline çocuklarımızın geleceği, hayvanların ölmemesi, köyümüzün yeşil kalması, huzurlu bir şekilde bu topraklarda yaşayabilmek için sonuna kadar hayır diyoruz” diye feryad ediyorlar. Köylü örgütleniyor Kızılcaköy’de. İncir ve zeytin bahçelerine, Aydın içme su kaynağı olan İkizdere barajı yanına jeotermal santrali yaptırmamakta ısrarlı. Ve nöbet başlatıyor Kızılcaköy kadınları köylerinde. Su,toprak, incir, zeytin ve barış nöbeti. Sahi hangi güç bir kadının yaşama, yaşatma azmi önünde durabilir ki? Anadolu’da süregelen yaşam, kadınların bu topraklara binlerce yıldır yaşam vermesi, barışı ve huzuru sağlaması ile devam edegelmiştir. Kadınların bağımsızlık arzusu Kurtuluş savaşında Erzurum’da Kara Fatma, Aydın’da Çete Ayşe’ler ve niceleri ile devam edip bugünlere gelmiştir. Ve bugün Cerattepe’de Erzade Nine, Aydın’da Ayşe Çetin, Kuşadası’nda Nazlı Deniz Kuruoğlu, Başköy’lü-Kızılcaköylü ve nice binlerce Anadolu kadınının çocuklarını sağlıklı ve temiz çevrede yaşatabilme mücadelesi artarak devam etmektir. Sahi hangi akıl kadınların bu topraklarda barış içinde ortak yaşam arzularını yok edebilir ki ? Sahi hangi güç kadınların çocuklarını kucağına almasını ve sevmesini, nefesini nefesine katmasını engelleyebilir, aç kalmasını isteyebilir ki ?