Son zamanlarda rahatsızlık duyduğum bir davranış biçimi oluşmaya başladı .Türkiye’de artık dini günleri kutlarsan, bir yerlere yaranmaya çalışan kişisin. Eğer milli bayramlarımızı kutlar ve Atatürk’e olan sevgini ilan edersen, CHP’li ve dolayısıyla HDP’ye destek veren gizli bir teröristsin. AKP’ye oy vermişsen, yalaka, rantçı ya da akılsızın tekisin. Hayatım boyunca hiç bir kişinin ya da fikrin peşine takılmadım. Ben Atatürk hayranı, dindar ve milliyetçiyim. Milliyetçilik tanımım ise yaptığın işi en iyi şekilde yapmaktır. Çünkü herkes yaptığı işi en mükemmel şekilde yaparsa bu ülkeye en büyük katkıyı sağlar. Herkes üretimini iki katına çıkarsa GSYH iki katı büyür. Şunu unutmayalım; Türkiye ekonomisinde sorunlar var mıdır? Evet vardır ve bu sorunlar çok ağır sorunlardır? Bu sorunların kaynağına ve nasıl geliştiğine ilişkin zaten önceden yazdığım gerek sanal ortamda gerekse makalelerim de birçok yazı var. İster devlet, ister işletmeler, isterse hane halkı eğer gelecekte kazanacaklarını düşündükleri gelirleri bugünden borçlanarak harcıyorlarsa kriz yaşarlar. Çünkü borçlanarak geleceği harcamak sürdürülebilir değildir. Kriz geçiren ülkelerde ya devlet, ya işletmeler ya da hane halkı mutlaka aşırı borçlanmışlar ve bir süre sonra bu sürdürülemez hale gelmiştir. Bir ülkenin tüm borçları (Devlet+Özel sektör) GSYH (Gayrisafi Yurtiçi Hasıla)’nın büyüme oranından daha hızlı büyüyorsa bu sürdürülebilir bir durum değildir. Örneğin Meksika ve Arjantin krizleri Devletin borçluluğunun artmasından kaynaklanmıştır. Ama Asya krizinde devletlerin borcu çok makul iken işletmelerin borçları devasa oranlarda büyümüş ve bu işletmelerin verimliliği düştüğü için kriz gelmiştir. Öte yandan Japonya’nın 1990’lı yıllarda geçirdiği ve hala belini doğrultamadığı kriz, hane halkının aşırı borçlanarak konut yatırımları yapmaları sonrasında, konut fiyatlarının düşmesiyle ortaya çıkan, yani hane halkının aşırı borçluluğundan kaynaklanan bir krizdir.  Türkiye şu an Asya krizi öncesindeki duruma benzemektedir. Yani işletmeler ve hane halkı çok borçludur. Bu da tamamıyla izlenen ekonomik politikanın (büyüme olsun da ne olursa olsun) bir sonucudur. Unutmayınız ki bir ülkedeki uzun vadeli büyüme, iş gücü ve sermaye verimliliğindeki büyümeye eşittir. Kısa vadede büyüme yüksek rakamlara çıkabilir. Ama eninde sonunda geri çekilir ve olması gereken seviyeye oturur . Eğer büyüme oranını işgücü artı sermaye verimliliğinden yüksek gidiyorsa ve bu belirli bir süre devam ediyorsa, bir krizle ortalama büyümenin altına sert bir şekilde iniyorsunuz ve daha sonra ortalamaya doğru yaklaşıyorsunuz. Bu tür krizlerin şiddeti ise, ne kadar bir süre ile hormonlu büyüdüğünüze göre değişiyor. Zaten hormonlu büyüme sonrasında kriz gelmesinin sebebi, bu büyüme aşamasında borçların büyüme hızından daha fazla artıyor olmasıdır.  Borçlar artmamış olsa zaten büyüme olmaz. Çünkü Türkiye’nin kronik hastalığı borç almadan büyüyememesidir. Geçirdiğimiz bütün krizler dış ödemeler dengesizliğinden kaynaklanmaktadır. İŞTE! bu kronik hastalığa çözüm bulacak olan ve bu büyüme yapısını baştan aşağı değiştirecek, hukuksal ve kurumsal reformları yapacak bir ekonomi yönetimi, bu ülkeye en büyük hizmeti yapmış, çocuklarımıza güzel bir gelecek hazırlayan ekonomi yönetimi olacaktır. Var olan yapıyı değiştirme amacı var mı? Ben görmüyorum. Şu an zaten kısa vadede faizleri artırarak veya başka yollarla günü kurtarma yoluna gideceğiz. Halbuki 5 yıllık bir süre için iktidara gelmiş olan ekonomi yönetimi eğer bugün başlasa, inanın 4-5 yıl sonra tüm yapıyı çok sağlıklı bir zemin üzerine oturtarak, tarihe geçecek bir başarıya imza atabilir. Ama sorun şu ki, bu tür bir yapısal değişim inanılmaz sancılı olur ve zaten ekonomi yönetimi de bence böyle bir maliyete katlanmak istemiyor. Fakat bu yapısal dönüşüm gerçekleşmediği sürece ekonominin kendi dinamikleri bunu yapmak zorunda bırakacaktır.   Şu an çok hassas bir dönemdeyiz ve insanlar maalesef geleceğe güvenle bakmıyorlar. Eğer GÜVEN kristali çatlamışsa, insanlar para harcamaz, nakit akışı bozulur, kredi verseniz de kimse almaz. İşletmeler alacaklarını tahsilde zorlanırlar, kredi bulmak istediklerinde kimse kredi vermez. Bu kısır döngü bir başladı mı kriz derinleşir. Kimse 2001 krizi gibi bir kriz beklemesin. 2001’de bant içinde dalgalanan sabit kurdaydık ve kur patlamış bir gecede varlıkların değerleri dolar bazında yarı yarıya düşmüştü. Şu an serbest dalgalı kurdayız ve bu durum 2001 gibi ani patlamalar yaratmaz ama zaman zaman spazm olarak karşımıza çıkar.  Bu spazmlar reel sektörü ve özellikle de borçlu olanları sarsmaya başlar. Bankalara kredi geri ödemelerinde sorunlar olur. Dolayısıyla doların sert artışından dolayı değil, bankacılık ayağından kriz gelir. Şu an en büyük sıkıntı firmaların bankalara yaptıkları borç yapılandırma başvuruları ile artan “geri ödenemeyen krediler” konusudur. Bankacılık sistemi enerji sektörüne 350 milyar TL civarında kredi vermiş durumda olup, birçok enerji şirketi zararda ve esas faaliyetinden kazandığını bankaya ödüyor. Elektriğe çok ciddi bir zam yapılmazsa, bu enerji şirketleri bankacılık kesiminde ciddi bir riski var. Dolara değil, bankacılık sistemine odaklanmak lazım. Her ne kadar “bankalarımızın sermaye yeterlilik rasyoları yüksek” savunması yapılsa da, bankacılık sektörü kendi özellikleri ve yapısı gereği krizlere meyillidir ve birçok ülke bunu defalarca yaşamıştır.  Unutulmamalı ki 1998 yılında Dünya Bankasının Camelot rating sistemine göre Arjantin Bankacılık sistemi gelişmekte olan ülkeler için en iyi ikinci ülkeydi. Fakat 3 yıl sonra 2001’de Arjantin’de bankacılık sistemi yok. Şu an bankacılık sistemine “siz de taşın altına elinizi koyun” demek yerine “Sizin sorunlarınızı nasıl çözeriz ne yapalım” diye sormak gerekir.