Merhaba Aydın Ses Gazetemizin çok değerli okurları,
Çok sevdiğim ve sık söylediğim sözlerden birsidir, "Ders almayan, ders veremez." sözü. Ne dersiniz, herkesin tefekkür etmesi gereken bir söz değil mi? Peygamberimizin (SAV) “yorulan bir yolcunun, önüne çıkan ağacın gölgesinde nefeslenmek için verdiği mola kadar kısa olarak nitelendirdiği ömürlerimiz, ders verirken aldığımız derslerle dolu değil mi? Çok şükür gözlerimi hayata açtığım evden ilkokula çekirdek değil dedeli nineli geleneksel Türk ailesinde, ilkokuldan üniversite yıllarıma çok nitelikli öğretmen ve hocalarımla, akademik hayatımda kürsülerine hakim bilim insanlarıyla çalışmak kısmet oldu. Her birinden ayrı ayrı çok değerli bilgiler öğrendim ve öğrendiklerimi de hiç saklamadan paylaşmayı ilke edinerek yaşadım ve yaşamaya devam ediyorum. Şükürler olsun.
Ancak geriye dönüp baktığımda, yaşamaya doyamadığım yılların çoğunluğu, hayattaki babam doktora hocam Sayın Prof. Dr. Zeki Yahyaoğlu beyefendinin yanında geçmiş. Bir başka söyleyişle, çocukluk ve delikanlılık yıllarımın kahramanı merhum babam Pansumancı Hayri bey (Rahmetli böyle anılmak isterdi.) iken, delikanlılıktan olgunluğa evrilme sürecimdeki rol modelim Zeki hocamdı.
Bugün sizlerle akademisyenliğe adım attığım 1986 yılının ilk altı ayında (evet, evet, Trabzon’daki ilk altı ayımda), 30 yaşında Almanya’da doktorasını tamamlamış, 35 yaşında Doçent olmuş ve şimdiki yasal haklara bakıldığında 40 yaşında Prof. kadrosunu hak etmiş olmasına rağmen Doç. Dr. Zeki Yahyaoğlu hocamla yaşadıklarımdan bir demet sunmaya çalışacağım. Hocam Profesör olarak yaşaması mümkün olan 41. yaşında bile, pek çok akademisyenin yaptığının aksine bilimden kopmadan, her an yeni bir şeyler öğrenme ve öğretme arayışıyla doluydu. Öyle ki, O’nun için söylenecek her güzel söz yetersiz kalır. Bu nedenle, izninizle sadece “ Hocam sizi çok seviyorum.” diyerek sohbetimize başlıyorum.
16 Ocak 1986'da KTÜ Orman Fakültesinde araştırma görevlisi olarak göreve başladım. Zeki hocam derslerinde kendisine eşlik etmemi istemedi ve ne zaman Hocam geleyim dediğimde, o her zaman doktoraya ağırlık vermemi öğütledi. Ayrıca o dönem hangi dersimiz varsa (güz dönemi Tohum Teknolojisi ve Fidanlık Tekniği, bahar dönemi Ağaçlandırma Tekniği dersimiz vardı.), o dersimizle ilgili özellikle yabancı yayınları okumamı ve öğrendiklerimi de, gelemediğinde derse girip öğrencilere anlatmamı istedi. Doktorada mesafe alınca bu defa tezimle ilgili konulara daha fazla ağırlık vermemi istemeye başladı. Bilimde günceli takip etmenin önemini ve bunların dinleyenlere nasıl aktarılacağını, öğrencilere yaptığım konu (ders değil) anlatımlarım sırasında öğrendim.
Hocam dersinde, ders anlatmamı istemeyerek, 1- Bütün öğrencilerine dersi kendisi anlatmış oluyordu, 2- Çalışma alanımızdaki gelişmeleri takip ediyordum, 3- Yabancı yayınları okuduğumdan yabancı dilim gelişiyordu, 4- Öğrencilere neyi nasıl anlatıp, sorularına nasıl cevap vermem gerektiğini öğreniyordum. Ve 5- Lisans öğrencilerini, bazıları doktora düzeyinin de üstünde olan güncel çalışmalardan haberdar ediyorduk.
Ayrıca, hocamın notlarını bütün ayrıntılarıyla bilir hale gelmiştim. Fırsatını bulduğumda odasına gidiyor, kafama takılan soruları soruyordum. Çoğu zaman hocam, bunların benim uzmanlık kazanacağım alanın konuları olduğunu, sorularımın cevabını bilmediğini, kütüphaneye gidip araştırıp öğrenmemi ve kendisine de anlatmamı söylüyordu.
Kendisinden kütüphaneye gitmek için izin istememe gerek olmadığını, kapıma kütüphanede olduğumu belirten bir not bırakmamın yeterli olacağını belirtirdi. Ben de en safiyane duygularla, hocamın bilmediklerini de öğreneceğim ve ona anlatıp, diğer hocalardan daha bilgili olması için katkıda bulunacağım hevesiyle, öyle bir hale gelmiştim ki, adeta kütüphane faresi olmuştum. Hatta arkadaşlarım “Musa sana bir yatak yorgan alalım. Sen iyisi mi kütüphanede yat-kalk” diye, çok sık takılmaya başlamışlardı.
Herhalde 2-3 ay kütüphanede deliler gibi çalıştım, sadece Kürsü başkanı Cemil hocamın (Prof. Dr. Cemil Ata) derslerinin olduğu günlerde Fakültede bulunuyordum. Zira derslerine girmemi ve dinlememi isterdi. Hemen her dersinde Cemil hocam anlattığı konuları, İstanbul'da nasıl işlediğimizi sorar ve benim derse iştirak etmemi sağlardı. Ben ders anlatmayı Cemil hocamdan öğrendim. Çünkü o, tanıdığım çok güzel ders anlatan bir kaç hocamdan biriydi.
Bu süreçte hem kütüphanedeki kaynakları götürüp fotokopilerini alarak hem de yurt dışına yayın istem kartları göndererek doktora literatürümün neredeyse yarısından fazlasını tamamladım. Kütüphanede çalışmanın da ustası olmuştum.
Yıllar sonra, herhalde 04 Ekim 1994’de doçent olduktan sonra, kütüphanede çalıştığım bir gün, bir görevliden öğrendim ki, kütüphaneye gitmeye başladığım 1986 Şubat – Mart – Nisan aylarında bir gün Hocam kütüphaneye gelmiş, okuma salonunda göremeyince, kendisine beni aradığını ve hemen her gün kütüphaneye gelip-gelmediğimi sormuş; olumlu yanıt alınca çok sevinmiş. Yani Hocam beni, evladı gibi uzaktan takip etmiş.
Zeki hocam, o kadar güzel bir çalışma ortamı hazırlamıştı ki, ancak bu kadar olur. Fakülteye nadiren, o da Kürsü başkanı Cemil hocamın Silvikültürün Temel Prensipleri dersinin sınav kağıdını okuyup hocamızla birlikte değerlendirmesini yapmak için uğradığım günlerden birinde, "Musa seni lazım olduğunda hiç bulamaz oldum. Kütüphanede çalışmandan çok memnunum. Fakat gitmeden önce lütfen izin al." demişti ve ben de gidişlerimi azaltmıştım.
Kütüphanede geçen günlerimin ardından, bir gün hocamın "Ben bilmiyorum. Güzelce öğren bana da anlat." dediği konulardan birkaçını hocama anlatmak saflığı ile çalışma odasının kapısını çaldım. Hocam yalnızdı ve her zamanki gibi gülümseyen bir yüzle beni karşıladı. Kısa bir sohbetten sonra ben heyecanla konuya girdim. Hocam hiç bozuntuya vermeden beni dinliyor, arada bir öyle sorular sorup, ben cevaplayamayınca o kadar güzel yanıtlar veriyordu ki, ben kırdığım testilerin farkına vardım ve utancımdan kızarmaya başladım. Hocam, "Musa devam edelim. Çok verimli bir sohbet oluyor değil mi?" diyerek benim anlatmaya devam etmemi isteyince, mahcubiyetten morarmış bir yüzle "Hocam çok özür dilerim. Ben yaptığım eş.....liğin farkına yeni vardım. Benim anlattıklarım sizin unuttuklarınız kadar bile değil.." dedim.
O yine hiçbir şey olmamış gibi bana bakıp "Ne oldu ki? Ben bir şey anlamadım. N'oldu?" diye sordu. Ben de saf saf düşündüklerimi anlattım. O meşhur kahkahasını atıp, "Ya öyle mi? Ben hiç fark etmedim. Takma kafana. Gençlikte olur böyle şeyler. Sen çalışmaya devam et. " dedi ve hiç bir şey olmamış gibi sohbete devam ettik.
Kütüphanede çalışmaya yeni başladığım günlerden birinde CAB Abstract dergilerde gördüğüm, Hocamın hocasının bir yayını bulamayınca kendilerinden istemiştim. Bana " Musa sanırım bende yok. Sen biraz daha kütüphanede çalış bakalım. Onu mutlaka bul çünkü önemli bir yayın. Bulamazsan, daha güzellerini bulursun.” diyerek beni tekrar kütüphanede çalışmaya yönlendirmişti.
Gerçekten çok güzel kaynaklar bulmuştum ve sevinçle odasına gidip olan biteni anlattım. Devamlı mütebessim gördüğüm o güzel gözleriyle bana bakmış ve ayağa kalkıp kütüphanesinden iki kitabı çekip almıştı. Cep kitabı boyutundaki, karton kapakları haki, ciltsiz bu kitaplardan birini uzatırken, "Bak bakalım, aradığın yayın bu mu?" dediğindeki halimi varın siz tahmin edin. Hocam beni iki ay daha kütüphanede çalışmak zorunda bırakmıştı. Doğru. Ancak ben harıl harıl o kitabı ararken, alt katlara inmiş, mis gibi kağıt kokan o nemli ortamda neler bulmuş, neler öğrenmiştim biliyor musunuz? Hocam bana, bir yandan öğrenmenin kolay olmadığını, diğer yandan da ne bildiğine bakmaksızın, bilmediklerini bilen insanlara saygı duymanın bir mecburiyet olduğunu; kısaca hem akademisyenliği hem de sosyal bir insan olmanın yollarını altı ayda öğretivermişti. Ve bunu yaparken beni hiç ama hiç üzmemişti.
Anlatacak o kadar hikayem var ki, yazımı sonlandıramıyorum. Evet bu son, gerçekten son. Yine asistanlığa başladığım ilk günlerden bir gün odamda çalışıyorum. Telefonum çaldı. Hocam o genç yaşından beklenmeyen müşfik sesiyle bana odama gelir misin diye soruyordu. Ben tabi ki hocam diyerek süratle yerimden kalktım ve bir oda uzağımdaki odasının kapısını çalıp gel sesini duyunca içeriye girdim. Baktım yanında ayakta, İstanbul'da aynı evi paylaştığım merhum ev arkadaşım duruyordu. Ben İstanbul'dan kalan alışkanlıkla hemen selam verdim nasılsın diye birbirimize dua ettikten sonra hocama baktım. Bu bakışlar bambaşkaydı. Bakan sanki hocam değildi. Arkadaşımın abisi makine bölümünde hoca ve hocamın da yakın arkadaşıymış.
Bir süre sohbet ettik ve arkadaşım izin isteyip ayağa kalktı. Aynı şekilde selamlaşıp dualaşarak ayrıldık. Arkadaşım odadan çıktıktan sonra hocama döndüm. Hocam hemen "Musa cemaate gidiyor musun?" diye sordu. Ben de "Evet hocam, Cumalara gidiyorum. Biliyorsunuz cemaatle kılınır." dedim. Hocam önce bir kahkaha attı ve sonra gözlerimin içine bakarak "İyi iyi, Cumalara git tabi. Bak oğlum dünya görüşün, üniversiteye sokmadığın sürece beni ilgilendirmiyor. Herkesin görüşü kendine. Sen Fakültenin kapısından içeriye girerken bilim adamı olarak girip içeride bilim adamı kaldığın sürece ben her zaman senin yanındayım Aksi halde yollarımız ayrılır. Bunu sakın aklından çıkarma." dedi.
Ve o gün bugündür, ben hocamın dediği gibiyim. Hocam da her zaman ve mekânda benim yanımda, ihtiyaç duyduğunda tereddüt etmeden yaslandığım dağım oldu. Birlikteyken şahsen gördüm. Olmadığım yerlerde de hocamın söylediklerini orada bulunan sevenlerim anlattı. Bu yıl akademisyenlikte 35'inci yılım. Gönül rahatlığı ile söylüyorum. Hiç soruşturma geçirmedim. Hiç ceza almadım. Ve bunu tamamen Hocamın, asistanlığa başladığım o ilk altı ayda bana kazandırdığı bilim insanı erkiyle başardım. Asistanlarımı da bu erki erkenden kazandırmaya çalıştım.
Bilim insanı olmak ayı bir erdemdir. Evet insanın ne yaparsa yapsın iç dünyasında “objektif (tarafsız) olması” mümkün değil. Fakat bazı meslekler var ki, bu meslekleri seçip icra edenler “objektif olamasa da” mutlaka “objektif durmak” zorundadır. Ve sadece bu insanlar mesleklerini icra ederken cübbe giyerler. Bunlar 1- Bilim insanları, 2- Hukuk insanları ve 3- Dini anlatan, öğreten ve tatbik edip örnek olan insanlardır. Eğer bu üç meslek mensupları objektif (tarafsız) duruşunu kaybederse, artık o toplumda tek kelimeyle huzur kalmaz. Huzurun olmadığı yerde de zaten yaşanmaz..
Cübbe/biniş giyen bilim, hukuk ve din görevlileri, sorumluluğunuz çok çok büyük. Bu sözü bilim insanı olmaya gayret eden bir kardeşiniz olarak, önce kendi nefsime söylüyorum. Bizler ve sizler objektif duruşu kaybedersek, işte o zaman toplumumuza en büyük kötülüğü yapmış oluruz.
Klişeleşmiş sözler; ancak yine de söylemek zorundayım. Maalesef tarihe baktığımızda, bu mutlak doğruya sadık kalmak bir yana, sabote etmeye kalkışanlar hiç de az değil. Bugünlerde Karadeniz’de olanlar, Birinci Cihan Harbi öncesinde olanlara ne kadar benziyor değil mi? Aman dikkat! Tarih artık tekerrür etmesin….
Kısmetse yazmaya devam edeceğim.
Saygılarımla…