Teknolojinin gelişmesiyle birlikte iletişim, günlük ev işleri, ödemeler, trafik ve ulaşım gibi birçok konuda yapmamız gereken birçok şeyi makineler yerine getiriyor. Saatlerce çamaşır yıkayan kadınlarımız, bir tuşa basarak tüm işlerini halledebiliyor. Kütüphanelerde ödev yapmak için saatler harcadığımız günlerin aksine çocuklarımız tablet ve telefonlarıyla bilgiye hemen erişebiliyor. Peki tüm bu gelişmeler böyle kolaylıklar sağlarken, bu imkanları verimli bir şekilde mi kullanıyoruz, yoksa tembel bir esaret içinde miyiz? Telefonlarımızdaki sanal akışın içerisine gömülmüşken en son ne zaman keyifle sohbet ederek ailelerimiz ve dostlarımızla yemek yedik? En son ne zaman kulaklarımızdaki kulaklıkları çıkarıp çevremize kulak kabarttık? En son ne zaman internetten güzel kitaplar edinerek okuduk veya bir belgesel izledik? Eldeki imkanların artması, o imkanların etkin bir şekilde kullanılabilmesine doğrudan yol açabiliyor olsaydı keşke! Buna karşılık bizler artan imkanların üstü örtülü bir imkansızlık yarattığı zor zamanlardan geçiyoruz. Üstelik okuyacak kitap bulamadığı için tek bir gazeteyi okuyan kişinin başında bir gaz lambasının etrafında toplanılan zamanlar gibi bir bahanemiz de yok bu aymazlık ve atalet için. Tek yapmamız gereken yüzümüzü güneşe dönmek. Felsefede Platon’un mağara benzetmesi tam da bu durumu açıklamaktadır. Bazı insanlar doğduklarından beri içinde bulundukları karanlık bir mağarada oturmaya mahkumdur. Başlarını arkaya çevirip tam da o yönden mağaraya giren ışığı fark edemezler. Sadece karanlığı ve gölgeleri görebilirler. İçlerinden çok azı ışığı görür, dışarı çıkar ve dışarıda gördüklerini mağarada gölgelerin hayaline dalanlara anlatmaya çalışır. Işık, kamaşan gözlere yavaş yavaş verilmelidir. Ancak ışık nereden, nasıl gelirse gelsin, gözlerinizi açmak sadece sizin elinizdedir.