ÖNCE KALBİNİ (SONRA BEYNİNİ VE DAHA SONRA DA BEDENİNİ) DOYUR…(6)
Ömer Hakan Yavaşoğlu
Doğru sahih niyetle hakikate duyulan açlığın insanın önüne izlenecek yetgin rehberleri nasıl getirdiğinin yaşanmış canlı örneğini anlatan bir kısa hayat hikayesinden bahsetmek istiyorum müsaadenizle…
Bir zamanlar mesleğinin en canlı ve enerjik, yoğun olduğu zamanda vuku bulan deli-dolu bir karakteri olan (şu an emekli) yakın bir bir dost-meslektaş gözyaşlarıyla anlatmıştı. Mesleki yaşamın onu hayli bunalttığı zamanlardı. Sürekli yoğun mesaiyle eş zamanlı giden, nöbetler, icaplar,yoğun bakım hastaları, sağlık kurulları, günlük yüz civarında poliklinik hizmetleri ve çözemediği ciddi aile sorunları ve ekonomik buhran sırasında hayli bunalmış ve hep aynı rutin hizmeti icra etmekten aşırı yorulmuş ve çok sevdiği mesleğini yapmakta hayli zorlanmaya başlamıştı. O’nu yoran Allah’ın kullarına verdiği çok kutsal olan hekimlik mesleği ve beden emanetinin “şifa” sına vesile olması değildi.
Aslında modern zamanların tüketim ve hız odaklı yaşayan zaman diliminde hayli yaygın olan ama insanların pek dillendirmediği, hekimlerin bile çoğunun pek farkında olmadığı Burn-Out'a (Tükenmişlik Sendromu/Gizli Depresyon) yakalanmıştı.
Yıllardır çok iyi ve severek yaptığı günlük işleri sırasında o kadar zorlanmaya başlamıştı ki, artık bir psikiyatrist meslektaşından yardım istemiş ve yoğun antidepresan ve zihin açıcı ilaçlar kullanmak zorunda kalmıştı…Bu dibe vuruş dönemi birkaç yıl sürmüş ve artık aile huzur ve iş yaşamı da çok sıkıntılı hale gelmiş her gün rutin cehennemi gibi rahatsız edici duyguları yoğun olarak bir yandan yaşarken bir yandan da günlük hastanedeki işleri akşama kadar nasıl bitirebileceğinin hesaplarını yapar olmuştu. Her basit sorumluluk depresif hastalarda olduğu gibi bu doktorun gözünde aşırı büyüyor,artık işin içinden çıkılmaz bir hal alıyordu. Sonrasını kendi ifadelerinden dinleyelim isterseniz :
“Sabahları o kadar yorgun argın ve isteksiz kalkıyordum ki, ancak ’Yarabbi bana ne olursun bugünkü işim ve sorumluluklarım için güç ve kudret ver de kullarına hizmeti dosdoğru aksatmadan yapayım’ diye niyaz da bulununca bir parça enerji geliyordu. Zaten yıllardır hiç aksatmadan kıldığım sabah
namazlarına kalkamaz olmuştum artık. Çok sevdiğim eşimi ve çocuklarımı çok basit şeylerden kırıyor ve sonrasında ciddi pişmanlıklar yaşıyordum. Aslında onlar da farkındaydı ve bu yüzden sabırla bana destek olmaya çalışıyorlardı. Yıllar süren bu durumun en hafiflediği zamanlar Ramazan ayları ve çok sevdiğim dostlarımla ve meslektaşlarımla olan dar zamanlarımda yaptığım “manevi/huzur arayış” sohbetlerimdi. Meslektaşlarımla ,hastalarımla ,idarecilerle ve hastalarıma bakım hizmeti veren yoğun bakım hemşire ve personeliyle aram çok iyi idi. Sevilen bir yoğun bakım doktoru idim, yalnız günde üç paket sigara ve ara ara çok perişan zamanlarımda gizli de olsa alkol alıyordum. Bedenimi bazen o kadar zor taşıyordum ki “bu ne hal ya, kardeşim toparlan artık” diyen onlarca meslektaşlarıma bir türlü derdimi açamıyordum… Hakikaten huzura ulaşmanın nasıl olacağını ciddi ciddi sorguluyor ve bu konuda deli gibi kitaplar okuyordum ancak kesmiyordu, yakaladığım zihinsel arınmışlık halleri çok kısa sürüyor sonra ya sonra hep rutin-gelen işimde boğuluyor bu çıkışın nasıl olacağını düşünemez olmuştum. Çünkü beni anlayacak kimse yok diye düşünüyor ve bu konuda bir çaba göster(e)miyordum. Meslektaşlarımla ne zaman bu konuda iki kelam etmeye kalksam futbol, borsa, ev-araba markaları vb. dünyevi muhabbetten ötesi yoktu ve aslında çoğu rutin yaşamın standartlarını yükseltmekten öte bir çabaları yoktu. "Kelin merhemi olsa kendi başına sürerdi" diye ne güzel söylemişti atalarımız…
(DEVAM EDECEK)
Yorumlar