Ben 64 yaşında Kızılcaköy’de doğan dört çocuk annesiyim. Bu köyde büyüdüm. Çocuklarımı tarlada, bahçede kazandıklarımız ile büyüttüm, okuttum, asker ettim ve hepsini evlendirdim. Birgün çevre derneklerinden birileri geldi köyümüze. Devlet yaşadığımız köyün topraklarını jeotermal santral işletmeciliği için ihaleye açmış, birileri ihaleyi kazanmış ve şimdi onlar köyümüzde jeotermal santral yapmak için geleceklermiş.
Daha sonra köyümüze bilgili kişiler gelip bizi bilgilendirdiler. Gece toplantılar yaptılar. Zaten köyümüz uzun süredir jeotermallerin zehir dumanları etkisi altında idi. Köyde ektiklerimiz olmamaya, insanlar nefes alamaz hale geldi. Kanser, astım, nefes darlığı ve ölümler arttı. Bunun da sebebi Erbeyli ve Germencik’teki jeotermallerin yerin altına salması gerekirken salmayıp, gökyüzüne bıraktıkları zehirler idi. Alangüllü’de jeotermal santrale yakın bölgede incir ve zeytin ağaçlarının kuruduğunu duymuştuk. Olan biteni kendi gözümüzle görmek için köy halkı olarak oraya gittik. Etraf ağaç mezarlığı gibi idi. İncir ve zeytin ağaçları onlarca dekar alanda toplu halde kurumuş. Ortalık sanki savaş çıkmış, incir ve zeytin bahçelerinin ortasına bomba atılmış gibiydi.
İşte Alangüllü’de incir ve zeytin ağaçlarını kurutan jeotermal santralin zehirli gazları köyümüzün üstümüze çörekleniyor, bizi zehirliyor, topraklarımızdan ürün alamaz hale getiriyordu. Uzaktaki jeotermal santral köyümüze bunca zarar veriyorsa, dibimize kurulacak jeotermal santral bize ne zararlar vermez ki. Düşünmesi bile korkutucu. Böyle bir şey köyümüzde olamazdı.
Gözümüzü açtığımız, çoluğumuzu çocuğumuzu büyüttüğümüz, dedelerimizin bize canları pahasına emanet ettiği bu topraklarda böyle bir katliama izin veremezdik. Başta kadınlar olmak üzere, yaşlısı genci, çoluğu çocuğu olarak bir araya gelip köyümüze jeotermal santral yaptırmayacağımıza yemin ettik.
Jeotermal mücadelesi için belediyeden çadır istedik. Bu çadırı önce kahvelerin önüne kurduk. Bir yağmurlu günün akşamı jandarmalar gelip elektriklerimizi kestiler, sonra çadırımızı devirip söktüler. Biz köy kadınları olarak jandarmanın devirmiş olduğu çadırı hemen aynı anda topladık, Atatürk büstünün önüne tekrar kurduk. Mücadelemize orada devam ettik. Olayın ertesi günü valinin halk günüydü ve biz Kızılcaköy halkı olarak valiye ziyarete gitmek istedik. Yolda jandarmalar aracımızı saatlerce durdurdular, bize siz terörist misiniz diye soru sordular, kimlik kontrolü yaptılar, bize engel oldular ve Aydın’a salmadılar. Bu sefer kaymakama gitmek istedik, oraya da salmadılar. Aracımıza ceza yazdılar, bizi tutuklamakla tehdit ettiler ve Aydın’a gitmemizi engellediler. Yılmadık, korkmadık ve birkaç gün sonra köyden üç kadın kaymakam ve valinin yanına görüşmeye gittik. Bize bir sonuç vermediler. Sanki Aydın’da yaşamıyor, sanki farklı dünyaların insanları gibi davrandılar bize. Bunun üzerine baronun avukatları ve çevre dernekleri ile beraber Aydın kent meydanında basın açıklaması yaptık. İşte çadırda aylar sürecek nöbetimiz, direnişimiz bu şekilde başladı.
Bir gün jeotermal firmasının, zeytin ve incir bahçelerimizin ortasına jeotermal tellerini çekmeye geldiğini duyduk. Bu haber tez zamanda köye yayıldı ve biz köylüler olarak hep beraber toplanıp olay yerine gittik. Telleri çektirmemek için zeytin ve incir bahçesi sınırında jeotermal firması çalışanların önüne dikildik, direniş yaptık. Bir yandan bazı kadınlar da tel direkleri için açılan kuyuları kapatmaya, dikilen direkleri sökmeye başladı.
Jandarma sanki jeotermal firmasının emrindeymiş gibi hareket ediyordu. TOMA araçları getirilmiş, arkasında jandarma ve şirket elemanları köy halkına karşı tek cephe dizilmişler idi. Jandarma, jeotermalcileri korumak için köylülere baskı yapıyor, tüm faaliyetlerimizi engelliyordu. Komutan emir verip köylülerin üzerine jandarmayı yürüttü. Jandarma direnen köylü kadın ve çocukların üzerine biber gazı sıktı. Ortalık bir anda toz duman, bağırış çığırış oldu. Ağlayanlar, gözleri yanan kadınlar ve çocuklar ne yapacaklarını bilmeksizin, acı içinde bir oraya bir buraya koşturup duruyordu. Nefes almak mümkün değildi. Jeotermal gaz kokusunu biliyorduk ama şimdiye kadar hiç biber gazı yememiştik. Bu yaşta bunu tatmak da varmış kaderimizde. Biber gazı değilde asıl bizi üzen jandarmanın tavrı idi. Biz ki Kızılcaköy kadınları olarak evlatlarımızı vatanı korusunlar diye yemedik, içmedik, askere gönderdik ve evlatlarımız sınırda vatanı canları pahasına korurken, bizim kendi evladımız yerine koyduğumuz, canlarımızı emanet ettiğimiz, güvendiğimiz, bağrımızı açtığımız jandarmanın tavrı, işte bizi asıl yıkan ve üzen bu idi. Nasıl bir yaman çelişki ki bu. Kim ve hangi güç bunu bize karşı yaptırıyordu ki öz evlatlarımıza. Çocuklar ağlıyor, ortalık feryat figan, zaman ve acı sanki hiç son bulmayacak gibiydi. Analar, bir yanda evlatlarının canlarını, bir yanda evlatlarının geleceklerini kurtarabilmek için can siperane savunma yapıyorlardı. Bu curcuna ortamında şirket elemanları durmuyor, jandarma eşliğinde tel direklerini dikmek için açılan çukurların önünde bekleyen kadınların üstüne beton atıyordu. Bu işleme engel olmak isteyen üç kadın jandarmanın darp etmesi sonucu yere düştü, yaralandı ve kanlar içinde bayıldı. Bizler hemen ambulans çağırdık ve yaralılarımızı hastaneye gönderdik. Bu çatışmalar sonrası jandarma komutanı jeotermal firmasının bahçeye telleri çekme işlemini durduruldu. Bize dağılmamızı, bundan sonra şirketin telleri çekmesine kesinlikle izin vermeyeceklerini, kendilerine güvenmemizi istedi. Biz gece saat üçe kadar orada nöbet tuttuk. Sabah duyduk ki biz köye dönünce şirket elemanları bahçenin her tarafına telleri çekmişler. Köylüler olarak bu teller niye üçten sonra dikiliyor diye tekrar bahçeye gittik ve mücadeleye devam ettik. Vali’nin gelmesini istedik. Vali Yardımcısı geldi ve bizi etrafına topladı. Bir elinde mandalina, onları yiye yine, ağız dolusu bizlere karşı uzun uzadıya konuştu. Biber gazının zararlı olmadığını bize anlatmaya çalıştı. Jandarmanın tavrından sonra ikinci defa devlet erki tarafından yok sayılıyorduk. Sahi onlar nazarında biz hangi ülkenin vatandaşıydık acaba. Bizim avukatımız vali yardımcısına cevap verdi ve buraya jeotermal olamayacağını söyledi. Bu konuşmalar sonrası vali yardımcısı ÇED süreci bitene kadar buraya kesinlikle hiç bir şey yapılmayacak diye bize söz verdi ve gitti.
Jeotermal santral bizim köyümüzde yapılacaktı ama valilik ÇED sürecinde Halkı Bilgilendirme Toplantısının Dereağzı köyünde yapılmasına karar vermişti.
Kızılcaköy halkı olarak Dereağzı köyüne gidip jeotermallerin zararları konusunda köylüyü bilgilendirmek, onlardan destek istemek için gittiğimizde önümüzde yine jandarmayı bulduk. Jandarma izin almadınız diye komşu köyüne gidip komşularımız ise dertleşmeyi bize fazla görmüştü.
Halkı Bilgilendirme Toplantısı saat birde yapılacaktı ama jandarma Dereağzı’da toplantı yerine erkenden gelmiş, Dereağzı’na giden gelen tüm yollar tutulmuş, uçandan kaçandan hesap soruluyordu. Biz çevre köylüler ile beraber Kızılcaköy’de çadırın önünde toplandık ve elimizde pankartlar ile yürüyerek Dereağzı’na gittik. Toplantı yerine vardığımızda toplantı salonunu jandarmanın sardığını gördük. Hep beraber içeri girdik ve oturduk. Jandarma bizi oturduğumuz yerden kaldırmak istedi ama kalkmadık. Toplantı yerinde binlerce olduk. Salona sığmadık, dışarıya taştık. Saat birde toplantı başladı. Yetkililerden ilki söz alıp konuşmak istedi. Bizler toplu şekilde düdük çalmaya, yuh çekmeye başladık. İkinci, üçüncü konuşmacı da konuşmaya niyetlendi ama onlara da izin vermedik. O gün orada bizler hep beraber köyümüzde, Aydın’da jeotermal santral istemediğimizi, bize anlatılacak yalanlara karnımızın tok olduğunu, onlara inanmadığımızı, cümle aleme tek ses haykırarak, toplantıyı yaptırmadık. Avukatımız toplantı yapılamadığını belirtir tutanağı yetkililere imza attırdı.
Normalde Halkı Bilgilendirme Toplantısı sonrası ÇED süreci konusunda yetkililerin üç ay içinde karar vermesi gerekir. Aradan üç ay değil, altı ay değil, neredeyse dokuz ay geçti. Kış geçti, bahar geldi ama yetkililer hala karar veremedi. Oysaki bizim kararımız belli. Kızılcaköy’de jeotermal istemiyoruz.
O nedenle köy kadınları olarak bizler mücadelenin ilk gününden itibaren köyümüzde jeotermal çadırında nöbet tutmaya devam ediyoruz. İstediğimiz karar çıkana kadar da nöbet tutmaya, mücadele etmeye devam edeceğiz.
Uzun geçen nöbet günlerinde bizlere onlarca çevre derneği, sendika, oda, sivil toplum kuruluşları, bazı siyasi partiler ve bireysel gelenler hep destek, ümit verdi. TBB’liği Başkanı Metin Feyzioğlu önderliğinde Türkiye’nin dört bir yanındaki baro başkanları ve avukatları desteğe geldi. İstanbul’dan, Kırklareli’nden, Artvin’den, Ankara’dan, Kocaeli’nden, İzmir’den, Salihli’den, Başköy’den, Manisa’dan, Uşak’tan, Denizli’den, Afyon’dan, Muğla’dan ve bir sürü yerden bize desteğe geldiler. Gücümüze güç kattılar. Acımızı, yorgunluğumuzu aldılar bize ümit aşıladılar. Bu süreçte yeri geldi hasta olduk, üzüldük, ağladık ama hiç bir şekilde mücadelen vazgeçmedik. Yeri geldi basın açıklaması yaptık, yeri geldi TBMM’ne gittik, miting yaptık, gece gündüz kapı kapı dolaşıp derdimize derman ve ortak aradık.
Uzun geçen jeotermale karşı direniş aylarında yerel seçimler sürecini de yaşadık. Milletvekilleri, Aydın Büyükşehir Belediye Başkanı, Efeler ve İncirliova Belediye Başkanları çadırımızı ziyaret edip burada jeotermal olayı bitene kadar yanımızda olacaklarına söz verdiler.
Biz kadınlar mücadelenin ilk gününden itibaren çadıra siyaset girmeyecek dedik. Yerel seçimler sürecinde köyden dört tane muhtar adayı çıktı. İnşallah bu süreç köyde ayrışma yaratmaz, birliğimize zarar vermez. Bence muhtarlık devletin vermiş olduğu görevdir. Seçimde bir kişi kazanacak, başkası zaten mümkün değil. Bir insanın köye hizmet etmesi için illa muhtar olması gerekmiyor. Herkes kendi işinin, evinin muhtarı. Zaten köyümüze bu belayı jeotermalcilere ilk yeri satarak muhtar bela etmedi mi? Böyle muhtar olunacaksa hiç olunmasın. Kaybeden hiç üzülmesin. Dört sene sonra tekrar seçim olacak. İsteyen o zaman tekrar aday olup seçilebilir. O nedenle tüm muhtar adayı evlatlarımız bilmelidir ki, çocuklarımızın geleceği-vatanımız-suyumuz-toprağımız-havamız-ekmeğimiz temiz olmadıktan sonra hiç bir şeyin önemi ve anlamı yok. Bunlar olmazsa zaten hepimiz ölüp gideceğiz. O zaman ne muhtarlık, ne azalık, nede köy kalacak.
Kardeşler, bu batıl boş inanç ve inatları bırakıp, çocuklarımıza temiz bir dünya bırakmak için mücadelemize zarar verecek davranışlardan uzak duralım, mücadelemize ilk günkü gibi bir ve beraber devam edelim. Tuzaklara, şahsi inat ve isteklere kapılmayalım.
Ey oğul, bil ki biz ki seni yaratan, bil ki biz ki seni büyüten analar olarak mücadelemizi son nefesimizi verene kadar devam ettireceğiz. Yeri gelecek Nene Hatun, yeri gelecek Çete Ayşe olacağız ve köyümüze kesinlikle jeotermal santral yaptırmayacağız.
Çadırı kurduğumuzdan beri dokuz ay geçti.
Ve biz kadınlar, ilk günkü inanç ve azimle, zafere yaklaşmanın heyecanı ile nöbete hala devam ediyoruz....
Zehra Doğrul/Kızılcaköy