Millet olarak tekâmül etmek, ilerlemek, muasır medenî denebilecek (maddî-manevî) ülkelerdeki imkânlara kavuşmak; topyekün zihniyet ihtilâli ile mümkündür. Nedir zihniyet ihtilâli? Milletimizin, dolayısıyla bu milletten müteşekkil devletin ve medeniyet havzasının merkezindeki hâkim unsurun, değişime ayak uydurması mecburidir. Mecburiyetten kaynaklanan her türlü teşebbüsün ise muvazeneyi tesis etmesinde zaruret vardır. İki asırdır yürütülen ve son yarım asırdan fazla zamandır zirveye taşınan garplılaşma cereyanı temelsiz iddialarla, geleceğimizi tayin etmeye çalışmıştır. Bunun menfi neticelerini görmemek; safdillik olur. Değişme hareketini hayata geçirmeye çalışan Türk münevveri ve bunu idarede tahakküm ettirmeye çalışan ve “yabancılaşma”akımını doğuran “modernleşme”; asıl mahrecinden(çıkış) çok farklı anlamlar yüklenerek; -güya- kendi “ulus modernleşmesini” gerçekleştirmek için bir yol izlendi. Burada Batı’nın hakkını da teslim etmek mecburiyetindeyiz - Batı yenilenirken, her ne kadar Orta Çağ karanlığını red etse de, ondan kurtulma gayreti ile Rönesansla birlikte Aydınlanma felsefesini ve bilâhare de maddî sahadaki tekâmülünü sağlasa da; o kin güttüğü tarihini tenkit süzgecinden geçirerek zamanına intibak ettirmiştir. Batı, Modernite’yi bizim gibi geleneği red ederek değil; içindeki çürükleri seçerek, tadil etmek suretiyle geleceğini inşa etmiştir. Geleneğini, tamamen kötü diyerek tarihin çöplüğüne atmamıştır. Batı, borçlu olduğu tarihî safhaları da göz önünde tutarak dünyevileşmesini hayata geçirmiştir. Bizim asıl umdemiz olması icap eden “kökü mazi de olan âtî olmak” düsturunu onlar, hayat felsefesi kabul etmişlerdir. Tefekkür sahiplerimiz, aydın tabaka, “entelektüel” kesim sırça köşklerinden Batı’nın geleneğe bakışını görmezden gelerek, Müslüman-Türk ananesini tamamen dışlayıcı sergilemişlerdir. Batı’nın tabii seyr-ü seferinde, geçmiş karanlığından maddî sahada düzlüğe çıkma macerası, “yeniden doğuş”u (rönasans-renaissance) görünüşteki red; gizli manivela ile yeniden doğma ile mümkün olmuştur. Burada bizim için Muhafazakâr Değişim’e numûne olabilecek; gelişerek; aslına zarar vermeden, sahih gelenek ile âtiye yüreyen, inanç noktasında da kahir ekseriyetin paylaştığı nasslardan (ki buna ehl-i sünnet itikadı demek daha doğru olur) müteşekil bir geleceği tesis ile hareketimize imkân verecek bir nakli yapmakta büyük fayda vardır. Rönesans mütehassısı  (uzmanı) Jacob Burckhardt, muhafaza ederek değişmeye, gelişmeye şu şekilde yaklaşır. “İtalyan kültür tarihini incelerken öyle noktaya gelmiş bulunuyoruz ki burada klâsik ilkçağ kültürünü hatırlamamız gerekmektedir. Bunun yeniden doğuşu, tek yanlı kalmakla beraber, bütün çağın adı olarak yerleşen terim ( Renaissance) olmuştur”(Nakleden:Durmuş Hocaoğlu, Türkiye Günlüğü, 72/2003, shf.,134) Yine muhafaza ederek değişmeye, Giovanni Scognamillo’nun; bu hareketin Hıristiyan-öncesi dönemine dönüş olarak niteler. Ve şu fikire de katılmamak mümkün değil; “Rönesans’ın önemli hususiyetlerinden biri de, onun oturmuş- durmuş, düzenli, müstakarr bir çağ olmayışıdır. O, her şeyden önce ve behemehal “bir düzenden başka hâle geçme” süreci, bir “tahavvül”, bir “tebeddül” ve hele en mühimmi, bir “takallub” süreci olarak anlaşılmalıdır; fakat kendi kendisinden radikal bir kopukluk anlamına gelebilecek bir “tağayyür” olarak ise asla anlaşılmamalıdır. Bir kere daha vurgulamakta yarar görmekteyim: “Batı tecrübesi” bize açık- seçik olarak birbirini tamamlayan, birbirine bağlı olan şu iki beynelmilel umdeyi bilfiil ispat etmiştir:1-Geleneği olmayanın geleceği olmaz,2- Klasiği olmayanın moderni olmaz.”(Hocaoğlu, a.g.d.) Günümüz Türk toplumunda, bilhassa aydın diye vasıflandırılabilecek kesimde cari olan muhafazakârlık ile alâkalı değerlendirmelerin bu zaviyeden bakılarak yeni fikir inşasına katkıda bulunmak mümkündür. Görünen o ki, yine meselenin çok ihmal edilen tarafları vardır. Muhafazakâr Değişim nasıl olmalı sualine cevap aramaya devam edeceğiz.