İslâm Dini'nin yayılması, bütün yönleriyle güzelliğinden ve fıtrî bir din olması sayesindedir. İslâmiyet, kılıç zoruyla yayılmış bir din değildir. Fetihler yoluyla; evvela kalpleri fethederek, bilâhare de zahiri bir fetih cihetiyle İslâmiyet neşvünema bulmuştur. Yoksa, taraflı olarak İslam Dini’nin kılıçla yayıldığını söyleyenler insafsızlık etmiş olurlar. İslâmiyet Peygamberimizin (s.a.v.) örnek ahlâkı sebebiyle yayılmıştır. Onun mübarek hayatı, güzel ahlâkı, duyanları kendisine celbediyordu. Ondaki yüce insanlığa hayran kalanlar, İslâm nurunun câzîbesine bir pervâne gibi kendilerini verirlerdi. İslâmiyet, Peygamber Efendimizin yüksek ve kudsî şahsiyeti, rabbanî nüfuz ve tesiriyle yayılmıştır. Resûlullah, “Ben, ancak; güzel ahlâkı ikmal için gönderildim” buyurdu. Kur’an-ı Kerim’de mealen Cenab-ı Hak: “Muhakkak ki sen , en yüksek bir ahlâk üzeresin” ayet-i kerimesi, numune-i ahlâka bir delildir.(Kalem Sûresi,4) Peygamberimiz, muhtaç bir kimse gördü mü, içi sızlardı. Onu kendi nefsine ve ehl-ü ıyaline tercih ederdi. Her muhtacı gözetip bütün ihtiyaçlarını karşılamaya çalıştığından evinde  yığılmış, saklanmış bir şey bulunamazdı. İsteyene verirdi. Evinde yoksa bir yerden bor alır, muhtaçları boş çevirmezdi. İrtihalinde zırhı bir Yahudi’de rehin olarak bulunuyordu. Peygamberimizle alakalı saydığımız bu hususiyetler, ummanda bir katre bile sayılmaz. Ancak bunları bile kendilerine düstur edinmiş olan Müslümanlar, bütün dünyaya insanlık dersleri vermişlerdir. Resûlullah’ın örnek hayatını kendilerine rehber edinmiş Müslümanlar, bir çok insanın hidayetine vesile olmuşlardır. Topraklar fethedilmiştir. İslam askerlerinin gittiği yerlerdeki halk, kale kapılarını açarak, numune ahlakın nelere kadir olduğunu en güzel misallerini vermişlerdir. Bununla rabıtalı olarak, bir İngiliz âlim, Hindistan'a araştırma yapmak üzere gittiği zaman karşılaştığı iki olayı ve neticesinde nasıl Müslüman olduğunu şöyle anlatır: “Hind köylerinde tarlalar ve ekinler arasında sabah akşam dolaşıyorduk. Zaman, hasat zamanı idi. Köylüler, kadın-erkek, çoluk-çocuk tarlalara yayılmış çalışıyorlardı. Sıcaktan müthiş susamıştım; su aradım, fakat bulamadım. Sadece bir köylünün yanında küçük bir testide su gördüm.İstedim. Köylü pek memnun olmamıştı. Ama yine de bir işaretle avuçlarımı birleştirmemi istedi. Ne olacağını merakla, öylece yaptım. Çitçi, başladı tepeden suyu dökmeye. Ben de hayvan gibi içtim. Kanınca teşekkür edip ayrıldım. Fakat üç beş adım gitmeden ardımdan bir bağlık-çığlıktır koptu. Döndüm baktım; çiftçinin karısı, testiyi atmış yola ve kocasına suyu pislettiği için, boşa verdiği için kızıp bağırıyor. Hatta küfrediyordu. Bir insana verilen değer, yapılan muamele, beni ürkütmüş ve korkutmuştu.Üzüntü içinde ayrıldım. İkinci bir kez yolculuk ve güneş beni susatınca bu defa su istemeye  benim cesaretim yoktu. Arkadaşım benim adıma su istedi. Bu seferki çifti, bizi güler yüzle karşıladı. “Hoş geldiniz” dedi. Hal hatır sordu ve su suyu verdi. Ben önceki gibi avuçlarımı birleştirip suyun dökülmesini bekleyince adamcağız, benim bu durumuma hiç mana veremedi. Ve “Hayır” dedi, “Böyle içmenize sebep yok. Rahatça ve istediğiniz gibi için.” Hürriyet içinde kana kana içtim. Ayrıldığımızda ben yine arkamızdan çiftçinin karısının bağırmasını, kocasına kızmasını,testiyi fırlatmasını bekliyor ve arkama bakıyordum. Fakat bunların hiç biri olmadı. Aynı milletten, aynı bölgede iki insan arasındaki bu derece davranış farklılığı beni hayrete düşürmüştü. Aynı medeniyet ve kültüre sahip olması gerekli insanlarda bu derece farklı davranış  olamazdı. Araştırdığım zaman anladım ve öğrendim ki ikinci karşılaştığım insan, Müslümandır; İslamiyet, insanı necis saymaz, bilakis onu mahlukatın en şereflisi, en kerîmi kabul eder. Ona göre bütün insanlar Adem’den, Adem ise , topraktandır. Kur’an-ı Kerim, bunu talim etmiş, insanlığın peygamberi bunu öğretmiştir. Bu sebeple Hind köylerinde İslâmiyet, bu derece yayılmış ve hüsn-ü kabul görmüştür. İşte bu hadise, beni İslâmiyet’e karşı ilgimi çekti; beni, İslâmiyet’i araştırmaya ve öğrenmeye sevketti ve hidâyeti bulmama vesile oldu.”* İşte, İslâm’ın insana verdiği değer; işte diğer medeniyetlerin(!) insana  verdiği değer. Biri yaklaştırıp hidâyetine vesile oluyor, diğeri ise uzaklaşmasına. Bu da gösteriyor ki İslâm’ın merkez aldığı insan da kıymetini bilirse, mûcibince amel ederse, bütün meselelerin kendiliğinden hâl olacağı görücektir. *Nedvî,el-Muslimûn fi’l-Hind, (Nakleden, Prof.Dr. Ahmet ÖNKAL), Esra yay. s., 298-299