Toplumlar, canlılıklarını muhafaza ettikleri müddetçe değişimi yaşayacaklardır.Değişimi red ile değil de sahip çıkarak gerçekleştirmek; tekâmüldeki sırdır. Bu sırrın merkezinde yer alan temel unsur ise gelenektir. Geleneği her gelişmenin önündeki engel görenler, aslında onun arkasındaki “kutsal” şeyleri yermektedirler. Gelenek, her milletin, her kültürün; dolayısıyla her medeniyetin inşa sürecindeki  amillerin asli unsurlar olup olmadığına göre değişmektedir. Batı’nın, geleneği red ederek, yeni bir yapılanma içinde olmasının haklı mazeretleri elbette vardı. Garb’ın gelenek diye vasıflandırdığı yegane şey, ortaçağ karanlığındaki hurafelerden müteşekkil değerler yumağıdır. Bu değerlerin temel taşı olan muharref Hristiyanlık, milletlerin tabii tekâmülüne daima set çekmiştir.  İnsanlığın faydasına olabilecek bütün yenilik hareketlerine bend oluşturduğundan dolayı, ortağaçın o meş’um engizisyonları nice masumun kanına girmiştir. Temizliğe bile karşı olan bir “uygarlığın” geleneği elbette ki tahrif olmuş bir değerler mirasıdır. Galile, dünyanın döndüğünü  söylemesiyle kilisenin o korkunç muarızlığına muhatap kalmıştır. Neticede bu iddiasını geri alması şunu gösterir: Kilisenin tahakkümünden neşet eden bozulmuş bir geleneğin  müdafası nasıl mümkün olabilir ki? Bundan tevellüd eden  Batı kültürü, matbaanın gelişimine o kadar sert muhalefet göstermiştir ki, uzunca bir süre kilisenin iznine tabi olmayan hiçbir eser basılamamıştır. Zira, matbaanın en büyük tesiri; kokuşmuş, batıyı tamamen esaret altına almış ve tek söz söyleme selahiyetine sahip Kilise’nin mahsulü geleneğin Aydınlanma’nın bir numaralı düşmanı olmasını kaçınılmaz kılmıştır. Bu yüzden Batı’nın geleneğe bakışı, hep çağdışı olmuştur. Bundaki haklılıklarını anlamak mümkündür. Bu “anakronik” telakkî, “Modernizm”in daima hedef tahtası haline gelmiştir. Daha sonra da “Modernizm-Gelenek” kavgası bütün milletleri etkilemiş, nihayetinde Batı’nın her toplumu kendisi gibi aynı safhalardan geçtiği zehabıyla hareket etmesi, diğer milletlerin-hususiyle Doğulu milletlerin- “taban- tavan” zıtlığının asrımızda da devam ettirilmesine sebeptir. Gelenek, esas itibariyle devamlılığın bir şiarıdır. Bu şiar, cemiyetleri var eden unsurların nesilden nesile nakledilmesi neticesinde milletlerin canlılığını korumuştur.Canlı bir organizmanın devamlı bir şekilde, kendini değiştirerek yenileyebilmesi, o cemiyetin mukavemetine bağlıdır. Mukavemet de dayandığı güce göredir. Eğer, istinat olunan değerlerin asliyeti korunmuş ise, direnç o kadar güçlüdür. Direnmenin derecesi “geçmiş-hal-gelecek” arasındaki irtibatın hangi boyutlarda olduğuyla  eşdeğerdir. Geleneği, bozulmuş, tahrifata uğramış, asli vazifesini icra edemeyecek hale getirilmiş an’ane gibi değerlendirmeye tabi tutulması, geleneğe bakışın can damarını oluşturmaktadır. Cemiyetteki tekâmül, gelenekçilerin  duruşuyla ilgilidir. Gelenekçi tutum; bütün tecdit hareketine kendi zaviyesinden bakmaktadır. Kendi yerini muhafaza etmek için yerleşmiş, kutsaldan ari, cahiliyet üzerine bina edilmiş; mahallî âdetlerin hakim olduğu Muharref Gelenek ile var gücüyle mukavemet gösterir. Buradaki muhalifliğin ana unsuru  "dünyalığını" kaybetme korkusudur. O, her şeyini Muharref Gelenek üzerine kurmuştur. Böyle olunca, mahallî âdetlerin hüküm fermâ olduğu bu şekil bir vasatın ilerlemeye mani olmaması düşünülemez. Münevver tabakanın mezkür geleneği baz alarak ilerlemeye bakması, bu yönde milleti yönlendirmesine haklılık kazandırmış oluyor. Milli bütünlüğün harcı olan  kutsal değerler, değişimin önündeki engeller olarak sunuluyor. Bunun yerine ikame edilmeye çalışılan seküler bir kutsiyet anlayışı hakim kılınıyor. Toplumun ikilem içinde kalmasına zemin hazırlanarak, geçmişe ait ne varsa " Muharref Gelenek” le mücadele adı altında, bir milletin “mukaddesatına”  mutabık olmayan davranışlar sergilenmesine sebebiyet veriliyor. Muharref Gelenek’in sahih olmadığı, asıl geleneğin asli umdelerden müteşekkil bir harcın mevcudiyeti mutlaka bu millete ve aydınların idrakine arz edilmelidir.